30 Aralık 2010 Perşembe
herkes sana benziyor
26 Kasım 2010 Cuma
20 Kasım 2010 Cumartesi
kimin ne yaptığı pek de umrumda olmaz açıkçası. belki de daha çok önemsediğimden, diyecek kelime bulamıyorum. çünkü siz sinirden çıldırmış birisinin damarına basmaya devam ederseniz, bir insan olarak karşınızda bir insan beklemeye hakkınız yoktur. ne kadar sakin bir yapıya da sahip olsanız damarınıza basılması sizin de hoşunuza gitmeyecek bir şeydir. sizin de vardır insanlığı bıraktığınız anlarınız, yapmayın. işte bu yüzden insanlar hakkında fazlasıyla önyargımız var. "x y'ye ne demiş, duydun mu?" peki y ne yapmış? aslında kimsenin bir şey yapmasına da gerek yok, yapacaklarımıza sebep olan diğer etkenler var. en çok da psikolojik boyutu işin. kimin ne durumda olduğunu bilmeden saldırmaya odaklanarak yaklaşımımızdan bu bizim. bizim derken, tüm insanlığın. ters bir tepki de ağzımızı açtırmaya yetiyor ve almamız gereken özürü artık gelmez duruma kendimiz getiriyoruz. bu tür durumlar özür beklemek için sakıncalıdır. hatta biz özür dilenmesini beklerken bizim özür dilememiz bile gerekiyor olabilir. özür dilemek ne kadar küçüklük göstergesi gibi yansıtılmışsa da bu bizim yaşamımızın güzelleşmesi için gerekli bir şey. evet, her şey için özür dileyebiliriz. bu bizim kalbimizi yumuşatacak bir şey sadece. öncelikle kendisinden özür dilendiği için ego tatmini yaşayan insanlarımızı yitirmeliyiz. özür dilemeyi bildikçe öğrenecekler, bunun aslında egodan ne kadar uzak bir şey olduğunu, ne kadar içten olduğunu. bu özür konusu önemli bir şey, daha kapsamlı haliyle de saygı.
oluyor ya, arada hepimizin hayvani duyguları ön plana çıkabiliyor. "hayvan" kelimesi -en azından beni- rahatsız eden bir kullanım. dünyamızdaki canlı çeşitliliğini kabaca gruplara ayırdığımız için. bir yunus kadar zeki olduğumuz da oluyor, bir köpek kadar sadık, bir kedi kadar nankör... ya da eğer buzdolabına benzer bir yanımız olsaydı arada buzdolabılığımız da tutabilirdi. hayvani duygular, duygularımızın çok da ön planda olmadığı hareketlerimizdir aslında. yavrusunu diğer hayvanlardan koruyan annenin gidip başka bir hayvanın yavrusunu av olarak seçmesi gibi. işte bazen hepimiz bu tür hareketlerde bulunabiliyoruz. bu hiç de yanlış bir şey değil. yanlışımız, sanki bizim başımıza hiç gelmemiş gibi düşünmekte. empati yeteneğimizde. gözümüzle gördüğümüz bir şey bile bize yargılama hakkını veremez. bu yüzden hiçbir siyasi savunmam da yoktur. ayrıca bilirim ki, konuşmayı bilen her insan her konuda kendini haklı çıkarabileceğini bilir. ister çok konuşup yıldırarak, ister iki kelimeyi yerli yerine oturtarak. "ama x y'ye böyle yaptı", yapabilir. yeri geldiğinde hepimiz bu tür şeyleri yaparız çünkü. az kişi duyar, az kişi görür, az kişi konuşur. olayın içeriğini saptırmadan anlatacak birilerine ihtiyacımız var, tarafsızlığı öğrenmeliyiz. olduğumuz taraftan bahsetmiyorum, elbette herkes özgürdür bu konuda. sadece, insan gördüğü bir olayı aktarırken kendi tarafından uzakta durmalıdır. yoksa yaptığı ego tatmininden başka bir şey olmayacaktır.
23 Ekim 2010 Cumartesi
cezalandırmayı bilmemek
yıllar öncesinde hayali bir arkadaşım vardı. ben çocuktum, onun herhangi bir yaşı yoktu. bir insan da diyemezdim zaten. erkek olduğunu çıplaklığı kanıtlıyordu. elbiseleri yoktu. sadece çift kişilik bir koltuğa sahipti. ben nasıl ki ona arkadaşım diyebiliyorsaydım, o koltuk da o kadar koltuktu işte. bordo kadifeyle kaplı, kenarları altın renkli metallerle süslü, eski tip bir koltuktu. bu koltuk, onun tahtıydı. sadece orada oturur vaziyette duruyordu. bacaklarını daima uzatıyordu. arada bir beni deliye çevirecek olan sigarasını yakıyordu. varsa yoksa, bir koltuk ve sigaradan ibaretti hayatı. arkadaşları bilirsiniz, özellikle küçüklükte edinilenleri, ne derse desin affetmek istersiniz. bütün gününüz onunla geçiyordur çünkü. sıkılmamanızın tek nedeni kendisiyse, elbette ki günün birinde affetmeniz gerekecektir. gerçekte var olan arkadaşlarımla, o yaşlarda, gün içinde 7-8 sefer küsüp barıştığımız oluyordu. o yüzden bu yaptığımı yargılamak istemem. üstelik küsüşlerimiz; bir tel toka için, bugün bende kalması gereken topumuz için falan olmuyordu. bilinmeyen daima gizemliydi ve beni çekiyordu. onu benden başka kimsenin görmediğini biliyordum. biliyordum ama, herkesin kendi hayali arkadaşı olduğunu sanıyordum aynı zamanda. benimkisi can'sa, diğerininki ali ya da ayşe olabilirdi. herkesin hayali bir arkadaşı olduğunu sanmam yaptığım büyük hatalardan biriydi. ama düşünsenize; insan yalnız kaldığında, gece uykusu kaçtığında canı sıkılmaz mıydı? kimseden sıkıldığını duymamıştım uykusuz bir gece geçirdi diye. buradaki boşluğu hayali arkadaşla doldurmuştum. canı sıkılmamıştı, çünkü hayali bir arkadaşı onun sıkılmasını engellemişti. yoksa insan bilinmeyen düşüncelere nasıl dalabilirdi ki?.. kendisini nasıl büyütebilirdi ki?..

can'ın adını, onu tanıdıktan çok sonraları öğrenmiştim. bir gün bana bir arkadaşını tanıtırken kullanmıştı bunu. "bu damla" eğer arkadaşının adı damla'ysa onun da bir adı olabilirdi. tam soracakken söyleyivermişti. bazen ben konuşma durumuna geçmesem de düşüncelerimi anlayabiliyordu. düşünce yoluyla onunla iletişim kurabiliyordum. ama o konuşmak zorundaydı, henüz düşünce okuma fikri insanlar için gerçekleştirilememişti. bir ara ortadan kaybolduğu vakit görüntüsü gittikçe siliniyordu zihnimden. bir türkçe dersinde cervantes'in resmini görene kadar hiçbir şeyi ona benzetememiştim. çenesi öyle uzundu. sakalları aynı şekilde, biraz daha uzunca sarkıyordu. alnı o kadar büyüktü. şakaklarından itibaren saçları başlamıyordu ama tam da bu hizada kedi kulağı gibi kulakları vardı. burnu palyaço burnuydu, kırmızı top şeklinde. birkaç yarası vardı vücudunda, çok mühim değillerdi. el ve ayakları insanınkilerden iki kat daha uzundu, uzun ve ince. damla'ysa su damlası şeklinde bir ateş parçasıydı. ufaktı. sevimliydi ama bu sevimliliğini tamamen kullanıyordu. sevimliliğine kanıyordunuz yani. can, damla'nın onun kulu olduğunu söylüyordu. can eğitmişti onu. -ki zaten fikirlerinin hep ortak olmasından belliydi bu- bir gün ikisinin kavgasına tanık olmuştum. o günden sonra damla gitmişti. hiçbir şekilde eğlendiğimi söyleyemem o günlerde. aksine her seferinde beni ağlatmayı başarıyorlardı. yerin dibine sokuyorlardı ve benim en ufak üzüntü tepkimde (sinir ve üzüntüden başka bir tepki hiç veremedim) ne kadar da zayıf olduğumu, ne kadar güçsüz, ne kadar beceriksiz olduğumu söyleyip duruyorlardı. can tek başına daha etkiliydi. damla her lafın arasında bir laf kalabalığı oluşturuyordu çünkü. benim bütün ağlamalarımın bir cezası vardı. cezayı can belirliyordu. kimi zaman konuşmamakla, kimi zaman sigarasıyla, kimi zaman da üzerime gelerek cezalandırıyordu beni. benden istediği tek bir şey vardı, ölmelisin diyordu. öleceksin diyordu. öldüreceğim diyordu. ben onun daha fazla üzerime gelmesini engelleyebilmek için dediklerini yerine getirmek zorundaydım. istediği bir şeyi yapmadığımda günlerce başımda konuşup beni aşağılıyordu. dayanamadığım zamanlarda daha sert davranıyordum ki bu ikimiz için de hiç iyi olmuyordu. benim canım çok acıyordu, o ise beni daha güçlü görüp bir sonraki seferde daha büyük güçlerle geliyordu üzerime. bütün zayıf noktalarımı öğrenmişti. ondan kaç defa yok olmasını istediysem de dedim ya... yokluğunda çok sıkılıyordum. beni ne kadar küçük düşürse de affedebilirdim onu. üzülerek de vakit geçiriyorsam; bu, hiçbir şey yapmamaktan daha iyiydi. affetmemle birlikte her şey daha kötüye gidiyordu. yine yine affediyordum böyle durumlarda.
tüm bunlar tamamen bittikten sonra kimseyi üzmek istemeyen bir yapıya sahip oldum. çok şey kazandırdığını söyleyemem ama, bu benim için vicdani bir rahatlıktı. sadece hayali bir arkadaş da olsa çok fazla üzülmüştüm sebepsiz yerlere. çok kızdırılmıştım, çok cezalandırılmıştım... şimdi en ufak bir şeyde defalarca düşünüyorum, ne kadar üzmüş olabilirim? bulacağım yanıtın asla "çok" olmasını istemedim. çünkü ben başka bir insanın hayatındaki hayali bir arkadaş değilim. ikinci hayali arkadaş sıfatıyla eşdeğer durumda olmaya katlanamam. aşağılanmanın ne demek olduğunu biliyorum. cezalandırılmanın ne olduğunu biliyorum. bugün birisi kalkıp bana kızdığında hissettiklerim can'ın hissettirdikleriyle aynı şeyler. onunkinin yanında ufacık bir öfke belki ama hissettirdikleri öyle kocaman ki... üzerine bir de cezalandırıldığımı görüyorsam üstelik. gelip ellerimi bacaklarımı kesseler canım bu kadar yanamaz. bu yüzden cezalandırmak bana göre bir iş değil. kırıldığım zamanlar öyle çok oluyor ki... iki dakika sakinliğime büründüğüm zaman hepsini affedebiliyorum. en kötü ihtimalle ağzıma gelen her şeyi söylüyorum, bu oluyor. aşağılamıyorum, küçük düşürmüyorum, cezalandırmıyorum. belki sadece suçluyorum ama karşınızdaki insan buna aldırış etmediği sürece onun için de her şey olduğu gibi devam ediyor. aldırış edecek insana bu yaklaşımda bulunmuyorum. hissettiklerimin bir parçasını dahi hissettirmek benim canımı çok fena yakıyor. cezalandırılmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. cezalandırmanın ne olduğunu bilmeyi hiç istemedim. kimseye kıyamayacağımı biliyorum.
24 Eylül 2010 Cuma
sanırım birazdan ağlayacağım.
daha ilk cümlelerimde yazmıştım halbuki, burayı bu sıkıntılarla doldurmak istemediğimi.
aynı kelimeyi aynı yerde kullanamayacağın insanların varlığına bile alışabiliyor insan bünyesi. sonra gün geliyor, yokluğuna da alışmışsın. 3 gün erken uyansan, 4. gün yine o saatte gözlerini açıyorsun. hiçbir şeye aynı zaman diliminde alışılmıyor. alışmak kötü bir şey desem olmayacak. kalabalığa alışıp yalnız kaldığım için hiçbir şeyi suçlayamam. zaman geçecek, yalnızlığa da alışacağım. zaman gelecek, başkalarına alışacağım. yine de çekişmek istiyorum bir şeylere. televizyon kumandasına, kapı ziline, sofradaki ikinci çatala, son sigaraya...
keşke televizyon seyretmek gibi bir alışkanlığım da olsa. zamanla kazanılacağını biliyorum ama alışma sürecinde beni sinirlendirecek, istemiyorum. haber sunan spikerin gözlerine mi bakmam gerekiyor? dudaklarına mı? sadece okumam mı gerekiyor ya da? zaten bir süre sonra konsatrasyonumu kaybetmiş oluyorum, kulaklarım bile duymuyor söyleneni.
her gün takip ettiğim birkaç siteyle sınırlı değil bu internet denen şey, biliyorum elbet. yeniliğe tahammül gücüm sadece neşeliyken yüksek oluyor. çoraplarımın eskimesine bile kızıyorum yeri geldiğinde.
eğlenememek için çok çabalıyormuşum gibi. hiç anlamıyorum... bu durumdan hoşnut değilim, bu durumdayım, çıkmak istiyor muyum istemiyor muyum bilmiyorum, çıkabilmek için de hiçbir çaba göstermiyorum. hep böyleyim.
tuhaf şeyler düşünmeye başlıyorum. insan neden eğlensin ki? insan neden sıkılsın ki? insan neden konuşsun ki? insan neden yaşasın ki? insan neden var ki? cevabını bilmediğim neden sorularından nefret ediyorum. aslında neden sorusundan nefret etmiyorum, bilmediğim cevaptan nefret ediyorum. bilmediğime nefret ediyorum.
dönüp hatırladığım haliyle geçmişe bakıyorum, hiçbir şey ifade etmiyor. yaşamak için bir sebep bulamadığım gibi yaşamamak için de bir sebep bulamıyorum. ne kadar mutlu olursam olayım, ne kadar üzgün olursam olayım. mutluluk yaşamı istetecek bir şey değil. üzüntü de yaşamamayı istetecek bir şey değil. geleceğimizi bilsek her şey berbat olacaktı. mutlu mu olacağım, üzgün mü olacağım ileriki günlerde, bilmiyorum ki. göreceğimi umduğum güzel günleri sebepten sayamıyorum yaşamak için. zamanında acı yıldırmıştı. yaşamamak için bir sebep buldum sanmıştım. yaşamıyor olduğumda ne olacağımdan kimse bahsetmedi.
belki biraz kafein rahatlatır sıktığım çenemi. madem sıkmaya devam edersem dişlerimin ağrısından uyuyamayacağım, ne diye sıkıyorum?
neden sebep arıyorum? neye sebep arıyorum?
11 Ağustos 2010 Çarşamba
camları kapamak istiyorum artık, ara ara açtığımda gelen serinliğin bir anlamı olmalı.
yatağın üzerinde yorgan, koltuğun kenarında bir battaniye bulmak istiyorum. başucuma yayılmış kitaplar, ders notları... yine de ısınamamak.
erken kararan hava sayesinde geceleri sıkılmak istiyorum.
harıl harıl çalışmak istiyorum, bu tembellik gitmeli üzerimden.
bereli insanlar görmek istiyorum. bereli insanlar yapmak istiyorum. insanlara bere yapmak istiyorum. bu seferki istekçim kim olacak bakalım.
yataktan soğuk dolayısıyla kalkamamak, kalkınca da çoraplarıma sarılmak istiyorum. çorapsız yaşamak işkenceye dönüşmeli.
yağmura çekişmek istiyorum. yine yine şemsiyeden nefret etmek...
kar tanesi görüp mutlu olmak...
sevgilimin elinden tutup kapının önüne atmak istiyorum bizi. zaman zaman da kapamak içeri. elini tuttuğumda elim terlememeli artık. "üşüyorum, sarıl bana" diyebilmek istiyorum. kazağını hissetmek istiyorum sırtında. elimi sırtına hızlı hızlı sürtüp sıcaklık yaratmak istiyorum. sabah evden çıkarken sıkı sıkı giydirmek istiyorum onu. defalarca tekrarlamak istiyorum: dikkat et kendine.
eldivenli ellerimle bağcık bağlamak istiyorum.
botlarım, siyah pantolonum, siyah hırkalarım... her zaman yaptığım gibi, ilk yağmuru bekliyorum hepsini giyebilmek için. yaz gelene kadar da çıkarmayacağım yine, biliyorum.
elimi koluma götürdüğümde tenime ulaşamayayım istiyorum.
buzlu yollarda düşeceğim yoksa da sırf korktuğum için düşmek istiyorum. çöp, sakınan göze batıyor nasılsa.
ben bu iklimin insanı değilim, kalkıp gitmek istiyorum.
19 Temmuz 2010 Pazartesi
gregor samsa'yı öldürdüm
bu olayın üzerine dönüşüm'ü okumaya başlamam, aklıma o böcekten başka bir şey getirmiyordu. gregor samsa, bir gün uyandığında öyle bir şey olmalıydı. o böceğe odaklanarak hayal ediyordum tüm satırları.
bugün tuvaletin kapısını araladığımda da karşılaştım aynı böcekle. bu sefer; o, gregor samsa'ydı. öldürdüm onu. ilaçtan canı yanmış olacak ki sırtını yere verdi, çırpındı çırpındı... anlaşmamızı kabul etmedi ama ben yine de birkaç fıs daha sıktım üzerine. çabuk ölürse hem zorlanmayacaktı hem de beni kurtaracaktı. yenildiğini anlayana kadar çırpınmaya devam etti...
10 Temmuz 2010 Cumartesi
27 Haziran 2010 Pazar
hassasiyet
duyduğum bu söz ne sorumluluklarımı aksatmamdan ne de keyiften. bilgisayar burada değişken, yerine herhangi elektrikli bir alet getirilebilir. kişinin bunu söyleme sebebi elektriğin insan üzerindeki etkisinden kaynaklı. enerjiyi negatifleştirdiği inancı olabilir, vücudun harekete ihtiyacı olduğunu hatırlatma amaçlı olabilir... bir şekilde duyuyorum işte. çünkü birazdan "canım sıkıldı" diyeceğim. çünkü birazdan derin derin içimi çekeceğim. bir tedbir sadece.
bilgisayarı işi haline gelen ne kadar çok insan var oysa bugünlerde. işteki tüm zamanını bir ekran karşısında -hem de kapalı bir odada- geçiren ve eve adımını atar atmaz kasanın düğmesine dokunmak ilk işi olan pek çok insan... elbette bıkmalarını, usanmalarını beklemiyorum ancak neden elektrik onları, beni etkilediği gibi etkilemiyor? neden benim daha fazla temiz hava tüketmem gerekiyor? -bu taraftan bakınca güzel bir şey aslında. dumanaltı olmuş dört duvarın içinde kendilerini rahat sanıyorlar. bense o sırada bir ağacın üşenmeden ürettiği oksijeni soluyor oluyorum. belki iki ağacın, belki üç... peki ya neden övünemiyorum?-
kolumdaki bileklik... klipsi temas ettiği yeri kızartıyor, kaşındırıyor... bileğimde artık bir alerji görünümü var.
dayanılmaz sıcaklar... hepimiz bir şekilde dayanıyoruz aslında da dayanılmaz olan soğuk olsaydı, sıcaktan daha dayanılır olurdu mesela benim için.
ve kırılganlıklar... elektrik fazlalığına dayanamadığım gibi. hassas cildim gibi. sevmediğim sıcaklar gibi.
bir şekilde, yaşamayı öğrenip gelmeliymişim dünyaya.
1 Haziran 2010 Salı
beatles dinleyerek devam etmek istiyorum
hayatıma beatles dinleyerek devam etmek istiyorum. daha henüz kelimeler eskimemişken anlatılmış bir şeyler. notalar bile yeterince eskimemişken... mutluluk ne kadar safsa, üzüntü de bir o kadar dokunaklı aslında. sadece eskimişiz.
sanki o yıllarda, insanların yapması gereken çok az şey varmış gibi. sanki teknoloji asıl o zaman varmış gibi. dolu dolu boş zamanlara sahiplermiş gibi..
geçmişi düşündüğümde dürüst olamıyorum. kendi geçmiş yıllarıma bakıyorum, hatırlamak istediklerim yine eğlenceli anlarım. geçmiş ne kadar geçmişse bir o kadar da güzelleşiyor sanki.
teyzemi hatırlıyorum mesela, merdaneli çamaşır makinesi başında. çamaşır yıkarken bile mutluydu bana sorarsan. belki benim çocuk gözlerim öyle görmek istiyordu o zamanlar. bu hiçbir şeyi değiştirmez. zaman hepimiz için geçiyor. teyzem kendisi dönüp baksa, eminim o da daha mutlu bulacak kendisini. çünkü o zamanlar; şimdiye oranla, eskimemiş olan pek çok şey var. cahilliğin mutluluğu var bir taraftan..
elini sobaya henüz değdirmemiş olmanın insana kattığı bir şeyler var. o an için, elin sobaya hiç değmediğinden bunun ayrımında olmuyorsun. daha sonraları, yaktıkça yaktıkça, elinin yanmasını önemsemiyorsun bile. kimse sobaya dönüp kızmıyor, niye yaktın kızımın elini diye. öğrenilenler bir bir eskitiyor bizi. öğrenirken ne de heyecanlıyız oysa. işte beatles bu noktada bir yerlerde. anne sobaya dönüp, "niye yaktın kızımın elini" derken, kız sobaya dokunmaması gerektiğini anlamanın sevincini yaşıyor. ya bunu öğrenmese? her seferinde yaksa minik ellerini? o zaman da elleri eskiyecek.. henüz eskimemişken işte, tam bu noktada.
24 Mayıs 2010 Pazartesi
kese kağıdı
görmüyorum ya, görünmez olduğumu da sanıyorum bir taraftan. oysa insanlar görüyor, görmek istemediğimi en açık haliyle görüyorlar. gördüklerini de görmek istemiyorum ki. kağıt kokusu mideme tuhaf bir his veriyor. aç olduğumun ayrımını yaptırmıyor, iyi de oluyor. çünkü barkım, en tepe noktamdan başlayıp omuz hizamda sona eriyor. yemek yemek çok zor.. bir yaşam ihtiyacı için o kese kağıdını 10 dakikalığına da olsa çıkarmak çok zor.
neden bu kadar önemli bu kese kağıdı? çünkü ışığı özleyeceğim bir ara. çünkü özlenen bir şeye kavuşmak, her zaman var olan bir şeyden daha mutlu ediyor. ifadeler... şu an sıkıntılı oluşumun sebebiyse çok daha saçma. ışık var, ben görmek istemiyorum. insanlar gülümsüyor, kaşlarını çatıyor, mimiklerini kullanıyor anlatmak için. sanki zorla geçirilmiş bu kese kağıdı kafama. özlüyor değilim. özlemek istiyorum ama özleyememekten de korkuyorum içten içe.
bu kadar mutluluğun fazla geleceğini biliyordum. her şeyin istediğim gibi gitmesine zaten hiç alışık değilim. ille bozacağım bir yerden...
13 Mayıs 2010 Perşembe
asıl sorun ettiğim, an itibariyle içinde bulunduğum durum. evet, bir taraftan çok mutluyum. mutluluğun kısa süreceği düşüncesi rahatsız ediyor. çünkü bunca zamana kadar değişmeden süregelen bir şeydi bu. ve bunu düşünüyor olmam kısa sürmesine bile fırsat tanımıyor. suratım asılıyor. asıl sorunsa bu mutluluğun haricinde olan şeyler. elde etmenin verdiği bu gereksiz hissiyatlar. okul öyle sıkıcı ki... ben öyle sıkıcıyım ki... hiçbir merağım yok. hiçbir hevesim yok. tüm bu yoksunlukta takılıyor işin kötüsü aklıma, nerede-ne yapıyor olmak istediğim. allah aşkına seni de rahatsız etmiyor mu özensizce kullandığım kelimeler? yazmamalıyım.
oluşacak ilk hayalimin peşine düşeceğim. yıllarca bekleyip, bir gün elde etmek bu hale getiriyorsa bir de bunu denemeliyim. önce, bir hayale sahip olmayı bekleyeceğim.
24 Nisan 2010 Cumartesi
23 nisan
mutumu kaybettim, perişanım ben.
yaklaşık 35 saattir uykusuzum, bu bir. bu uykusuzluğun arasında bir yolculuk gizli, bu iki. kendi gereksizliğimi hissediyorum, bu da üç.
trenden iner inmez annemin koşturarak bana gelişi gözümün önünden gitmiyor. heyecanlıydı, özlemişti. bunlar, onun gözlerini dolduruyordu. heyecansızdım. özlememiştim. gülümsüyordum. annem dahi olsa haketmediğim bir şey sunuyordu önüme.
başkalaştım...
neyden bahsedeceğimi bilmiyorum. bir sıkıntının içindeyim. mutsuzum. yabancıyım. sanırım hepsi uykusuzluğumun sonucu. başım ağrıyor gibi. uyuma fikri mantıklı olduğu kadar saçma da.
en rahat olduğum ortamlarda, karşımdaki insanlarla yaşadığım bariz bir fikir ayrılığı öyle rahatsız ediyor ki. bunu ne zaman düşünsem babam kurtarıyor beni. evet, ona çok kızıyorum. evet, ondan nefret ettiğim zamanlar çok sık kendini tekrar ediyor. evet, onunla aramızda bir mesafe var. ama bir taraftan da hakkını yiyorum onun. kötülükler, iyileri unutmak için var olmuş gibi.
sadece babamın kızı olmalıydım diye düşünüyorum zaman zaman. annem olmamalıydı aramızda. çünkü ikisi birbirine ait olmayan insanlar. genel olarak annemin yanında bir yerde duruyorum ama eğer annemi tanımıyor olsaydım, ben çok başka birisi olurdum. babamın kızı olurdum.
bazen odamın kapısını açtığında kafasını sallıyor olur. bazen böğürür. bazen sakince "naptın kızım" der. dinlediğim müziğe göre kapıyı açış şekli de değişir. bunu yapıyor olması, onu sevmemi sağlıyor. "kıs şunun sesini biraz" diye gelen her insandan daha sevimli oluyor çünkü. ne dinlediğim hakkında bir fikri olmasa bile, beni bununla yargılamıyor. onun gençken neler yaptığı hakkında en ufak bir fikrim yok. ne yapmaktan hoşlandığını, neler dinlediğini, kimleri sevdiğini... hiçbirisini bilmiyorum. isterdim ki pink floyd aşığı bir babam olsun. ama buna karşılık şüpheye düşmem, "yok" demekten daha iyi bir derece. en sevdiği gruptu belki de. sadece bilmiyor oluşum değil şüpheye düşüren. bazen gözlemlediğim o umursamaz tavırları... kırdığı kalpler için kendisini daha çok kırdığını gördüğüm zamanlar... din konusundaki umursamazlığı... öncesinde anneme anlattığım bir şeyi sonrasında ona anlattığımda aldığım tepkiler arasındaki uyuşmazlık... "babana söyleme" aslında sadece babama söylemek istediğim şeyler var, annemin ne kadar tepkili yaklaşacağını bildiğim şeyler. yine de her zaman kestiremiyorum babamın tepkilerini.
mesela eve birkaç bira alıp geldiğim zamanlar; annem, "ah, o nerden çıktı" derken; babam, bir gülümsemeyle bakıyor elimdeki torbaya. yeni bir fikirle karşılarına geçtiğim vakit mesela. annem karşı çıkmaya ne kadar odaklıysa babam da destek olmaya o kadar odaklıdır. bazen onun anarşist olduğunu düşünüyorum. şunca zaman beraber haberleri izlemişizdir, tek bir kelime duymadım ağzından. fikirlerini (bana ters gelen fikirlerini) belirten insanlara da verdiği bir "yeaa" tepkisi var onun. bir umursamazlık gibi. ama bulunduğu konumdan memnuniyetini gösteren bir umursamazlık gibi. sülalecek böyle bir atatürkçü düşünceye hakimler aslında. annem de onlardan birisi. ne zaman bir tartışma açılsa bu konuda, aradan sıvışmasını izlemek o kadar zevkli ki babamın. bu çoğunluğun içinde kendini azınlık hissetmesinden belki bu davranışı. ya da sadece ben böyle olsun istediğimden parçaları yanlış birleştiriyorum. elimden tutup bir deep purple konserine götürmesini isterdim çünkü. biraları alıp, beraberce eşlik etmeyi isterdim. çünkü ne zaman onun gözlerine baksam böyle bir şeyi istediğini görüyorum. ne zaman yakınlaşsak, her an itiraf etmek istediği bir şeyler var gibi. hiç mi hiç ağzını açmıyor ama. üzülüyorum. benim gözümü kapayıp "olur" diyeceğimin farkında değil çünkü. ya da sadece hayalini kuruyorum. bilmiyorum. kafamı çok karıştırıyor. eğer yaşayabileceğimiz bir şeyler varsa ve biz bunları yaşamıyorsak diye endişeleniyorum. yaşamıyorsak yazık oluyor...
işte tüm bu düşüncelerim, beni, bu fikir ayrılığını düşünmekten öteye götürüyor. hayali güzel. bütün hayaller güzel ancak gerçek olma olasılığının artması mutluluk katsayısını da çoğaltıyor. sanırım artık biraz mutum var.
17 Nisan 2010 Cumartesi
film sarhoşluğu
sevdiğim, seveceğim her filmden sonra böyle bir sarhoşluktur, gidiyor. etkileyecek bir olay olana kadar filmin etkisi devam ediyor. yok efendim, ben o 2 saat içinde bu koltukta değildim. ekranın içinde bir yerlerde oluyorum. ya da ben çekiyorum, ben düzeltiyorum, ben seçiyorum. bunları yaptığım için de bir ödülüm oluyor. sanki damarıma giren bir iğne morfini salıveriyor. ben hala oralardayım aslında. kullanılan şeyleri düzeltiyorum, sevdiklerimi çaktırmadan tişörtümün içine atıveriyorum. böyle daimi bir sırıtış var yüzümde. her şey çok güzel ki.
bir şey fark ettim, "bak bak şimdi kamera öne doğru kayacak" bunu diyen insanı özlemişim. kendisi sinema-tv okuyordu bir zamanlar. hala okuyor olabilir, bir fikrim yok. ne zaman anlatsalar anlamıyordum çünkü. ama şu an uzaklarda olduğunu biliyorum. selam olsun ona. (iyi insanmış, oturum açtı.)
ben sigaradan nefret ediyordum değil mi? o beni pek seviyormuş meğer bunca zamandır. birkaç kere dile getirdi, laf aramızda ben de seviyorum artık onu. "yok, istemeyince içmeyebiliyorum" artık yalan söylüyorum. "ama şimdi canım istiyor içiyorum" birkaç yıl bununla idare edebileceğime inanıyorum. sormayın olm böyle şeyler.
birazdan kapı çalacak, ben duymayacağım. duymadığımı anlayınca zili aramaya başlayacak gelen. o zil de nasıl bir şeydir, ben bile zor keşfettim. sonra gidip kapıyı açacağım. bu demek oluyor ki bu gece krem şantili sıcak çikolata içebileceğim. onun elinden güzel. becerebildiği birkaç şeyden biri ama olsun, varlığı yeter.
zil mil dedim de insanların zili farklı şekillerde çalması güzel bir şey. mesela ev sahibinin gelişi alacaklı olmasından belli. 8-10 saniye çalıyor o zil. alacaklı gibi çalıyor demiyorum, alacağı için geliyor zaten. işime gelirse açıyorum. zaten evin kapısından attığım ilk adımda karşımda bitiyor açmadığımda. fatura kesmek için gelenleri de ayırt edebiliyorum. hayır, neden benim zilim? tamam en altta olabilir ama bu eskişehir'deyken de böyleydi. bir tek bizim zilde isim yazardı, "biz şunu aramıştık". e zaten isim yazıyor, yazmayanına basmak daha mantıklı değil mi? anlamıyorum ki.
16 Nisan 2010 Cuma
sana bunları söyleten duyguyu biliyorum. evet, sana daha önce bu şekilde cümelelerle gelmemiştim ama ben de denemiştim senin gibi. birikmiş nefretimi kustuğumda o kadar mutluydum ki bunun sayesinde az önce ağlattığım insanı daha çok sevebiliyordum. ağlıyor olması öyle tatmin ediyordu ki... istediğim bir şeyi yaptığı için mutlu oluyordum, alınmış bir hediye gibi. tepeden bakmaktan başka hiçbir şey yapmıyordum o an için. şimdi bakınca yine öyle yapıyor gibiyim, değil mi?
bu yapılan, adaletsizliğin ta kendisi. sen bütün zamanını bana ne söyleyeceğini düşünerek geçiriyorsun. ben habersiz, geldin gördüm diye seviniyorum. planların tıkır tıkır işlemeye başlıyor sonra. sevincim midemin üzerine oturuveriyor tüm ağırlığıyla. diyecek bir şeyim yok benim. desem de lafının hazır olduğunu biliyorum. bakıyorum, neden diyorum, neden böyle bir şeyi göremedim/düşünemedim. bütün duyduklarımı bir dahaki görüşümde söyleyecek olmanı diliyorum; zaten söyleyeceklerini söylemişsin, kendimi avutmaya çalışıyorum. hiç hesap etmediğim o son görüşlerden birisini bir önceki görüşmemizde yaşamışız meğer. hatta bu karar tamamen sana ait.
söyleyecek sözüm yoktu. zaten istediğin de bu değil miydi? bir hediye gibi... git bile demedim, fark ettin mi? çünkü biliyordum, onu da planlamıştın. ben git dersem, vurup kapıyı çekip gidecektin. ama o kapının usulca kapandığını duydum ben. hiçbir hazırlığım yoktu ve sen bana böylesine bir nefretle geliyordun. ne zaman, hangi ara oluşmuş bir şeydi hala bilmiyorum.
üzerine hiçbir şey söylememiştim bunca zaman. çünkü daha ettiğin ilk kelime; artık senin, benim tarafımdan sağlanacak mutluluğunun olmadığını gösteriyordu. hesaba katmamıştın, kabullenebiliyordum. yine de son bir kez mutlu etmiştim işte seni, yüzümü dönüp ağlamıştım. ama bundan sonrası için benim yapabileceğim bir şey yoktu. sana bir şekilde ulaşmaya çalışsam, mutlu olacaktın. bir şeyler söylesem, mutu olacaktın. mutluluğu artık benden beklemiyor oluşun ettiğin ilk sözün arasında saklıydı. ses tonunu bile daha önceden ayarladığın o sözün. yine de bekledin değil mi arayayım diye..
o günden sonra yine de düşünmedim ne demem gerektiğini. plan yapmadım. hazırlamadım kendimi. geçecekti çünkü, er ya da geç geçecekti bir şekilde. haberinin olmayacağını bildiğimden yazabiliyorum böyle rahat. yine de planlamadım bunu yazacağımı, bir sonraki cümlemin ne olacağını. playlist'imde bağışıklığını kazanamadığım pek çok şarkı var bu ara. bazen isyan ederdim, niye hepsini dinledim ki diye. yenilerini keşfetmek çok zaman almıyormuş. hatta kazanılmış bağışıklığı yok etmek bile mümkünmüş.
her geçen gün, anlıyorum. her geçen gün, bir şeyleri anlıyorum.
13 Nisan 2010 Salı
göremiyorum
ayna...
ayna karşısında gözlerimi kapadığım o kadar çok zaman olmuştur ki... görmeyeceğimi bile bile, "ya bir şeyler değiştiyse" düşüncesiyle. gözlerimin kapalı halini hiçbir şekilde göremeyeceğim.
iki tane aynayla, arkamda olup bitenleri kontrol edebiliyorum. ancak aynalara karşı duyduğum büyük bir güvensizlik var. sadece baktığını gösteriyor çünkü. ikinci aynadan sırtımı görebilirken yüzüme bakamıyorum eşzamanlı olarak. ve dolayısıyla orada da neler olup bittiğini bilemiyorum.
fotoğraf...
sadece bir anın yansımasını veriyor. gözlerimi kapatabiliyorum makine karşısında ama bu sefer makineyi göremiyorum. makinenin ardını göremiyorum.
çok daha az kusurlu olabilirdik. dünyamız böyle olabilirdi. kör olmadığım için şükredemiyorum ne yazık ki. hatta düzeltiyorum; bu, yazık olacak bir durum değil benim için: kör olmadığım için şükredemiyorum. daha iyisi olabilirdi, biliyorum. kusursuz değiliz. kusursuz yaratılmamışız. eğer kusursuzsak, daha kusursuz diye bir şey var olmalı. iyi varsa, daha iyisi de mutlaka var çünkü.
sanki bir karanlık, bir siyahlık, bir karadelik; sırtımın ortasında, beni içine çekmek için gün geçtikçe büyüyor, güç kazanıyor. işte o karadelik öyle bir şey ki benim aynaların arasında olduğumu bilebiliyor. ışık hızında belki. ya da çok daha büyük bir hızla yer değiştiriyor. sadece göremiyorum.
ölümde düşlediğim o bembeyazlık, artık anlamını yitiriyor. ileriye gideceğimi ve ilerlerken bu beyazlığın içine gireceğimi, daha da ilerledikçe beyazdan başka bir şey göremeyeceğimi düşünürdüm. ama bu karadeliğin hissi... omurgamdan tutup, süpürgenin poşeti çekmesi gibi çekecek beni sanıyorum. iki büklüm edecek. dahası, o beyazlıktaki kadar serbest olamayacağım. iki büklüm olmak da yetmeyecek; kafam karnıma, ayaklarım sırtıma değecek şekilde yuvarlanacağım. ve karanlık, bir şeyler görmeme izin vermeyecek. bir aynanın varlığına bile izin vermeyecek. çarptığım şeyin ne olduğunu, kim olduğunu, bir şey mi yoksa bir kişi mi olduğunu bilmeme izin vermeyecek. daha önce buna alışıkmışız gibi, yer çekiminden habersiz öylece hareket edeceğiz. ısıtılan bir buzun atomları gibi bir hareket. belki de herkes düşündüğü şekilde ölü olacak. işte bunu düşünmüş bütün diğer insanlara, orada yuvarlanırken çarpacağım. hepsi orada olacak.
bunu düşünmemiş olmayı isterdim. beyazlığa ulaşmak çok daha kolaydı. ve hangisinin olacağını da görmeden bilemeyeceğim. bunu görmek, bilmemi sağlamayacak da. biliyor olmam, o saatten sonra hiçbir işe yaramayacak.
kör olmadığım için şükredemiyorum. bir şekilde, hepimiz, aynı derecede körüz. görmemizi sağlayacak bir şeyimiz yok. ameliyata alınamayacak durumdaki hasta kadar umutsuz vakayız hepimiz. neyse ki hepimiz böyleyiz. hatta, ne yazık ki.
5 Nisan 2010 Pazartesi
-----
sorunlar açığa çıkarken yazmaktan nefret ediyordum. nefret ettiğimi anlatmaya çalışmıyordum ama bunlar daha çok bu nefreti anlatıyormuş.
olmam gereken yerde değilim. burada sadece böyle hacimce yer kaplamak yetmiyor buradayım demeye. hiçbir şey yetmiyor. var olmam kendime acı verirken nasıl bir başkası için değerli olabiliyorum? yok olmak istiyorum. hiç olmamışım gibi olmak. hiç olmak, hiç olmamak. ikisi de aynı kapıya çıkıyor işte?
hayattan bir şeyler almak istiyorum. o bana istediğimi vermedi ve biliyorum kime sorsan böyle der. ya da insanlar yanlış şeyler istemekle meşguldür. ama eğer bana istediğimi verseydi sen var olmazdın. (sen derken yazı kastediliyor.) senin sebebin bu. kalbimin atmadığı zaman seni bir keşfeden olur belki. belki onlara anlatamadığım bu yok olma isteğimi okuduklarında üzülürler? üzülsünler... ben yok olamadım, sevinmesinler. bırak, bırak da üzülsünler. kızsınlar, nasıl da bencilce düşünmüş diye. bir kum tanesi kadar kalıntım kalmasın isterken, bedenimle burada oturmamın nasıl canımı yaktığını anlasınlar. var olmaktan acı duyduğumu benden daha iyi anlasınlar ve en çok da bunu anlasınlar. binlerce yolla hayatıma son verebilecekken neden yapmadığımı anlasınlar. yok'u göremediklerini anlasınlar. ben isteğimi gerçekleştiremiyorum, mutlu olmasınlar...
öc almak gibi bir şey bu. kendini suçlamak istememek.
-----
neredeyim ben? canımı çekişirken buluyorum, o çekişmeye çekişen gözyaşlarımı... hepsinden de çok titrerken, kendimi titrerken bulduğumda hissettiğim o acıyı ... yarın ne olacağını biliyorum mesela. hangi yolu izlediğimi biliyorum artık. neden durup durup kendime zarar verdiğimin farkındayım artık. dikkat çekmek!.. yaptığım bunca şey dikkat çekmek için işte! bu yazı bile onun için! bunu gözlerime baka baka söyleyen o doktor olacak kadına lanet olsun! zamandan şikayet ediyordum değil mi? al işte, yarın ne yaşayacağımı biliyorum. anneme sarılıp saatlerce ağlamak istiyorum aldırmadan. yapamıyorum... ben dikkat çekmek istemiyorum! sorulara cevap aramak istemiyorum. bulamadığım cevaplar yüzünden belki de şu an can çekişir gibi hissediyorum. karnımdan kafama ulaşan bir acı var içimde. sürekli akıyor yukarıya doğru, tutamıyorum... günlerdir konuşmamaktan boğazıma takılan bir yumru... hiç aç değilim, hiç susuz değilim! yalnız da değilim üstelik... "bilmiyorum." cümlesi yine anlamından kayıp gitmeye başladı, anlamını kaybediyorum... sorulan her sorunun cevabı olamaz ya! şu an benden çok uzakta bir çarem var, biliyorum. belki iki adım ötemde duruyor ama ölesiye uzakta... sadece ne yapacağımı biliyorum, ne yapmam gerektiğini değil. tam şu anda uyutulmak istiyorum. her şeyden uzak, her şeyden sakin, her şeyden hissiz... sabah beni bekleyen bir şey olmadan uyanmak, arkasından uyandığım fark edilip tekrar uyutulmak... döndüğümde bazı şeyleri yerinde bulmak... istiyorum işte, anneme sarılıp saatlerce ağlamak istiyorum. onu üzdüğümü düşünüyor. içimdekileri biliverse yeniden... ben saatlerce ağlasam sarılıp ama o duymasa, görmese, sezmese... çok korkuyorum anne, çok! tutamayacağını bilsem de elini tutarak gitmek istiyorum sonuma. ben kimseyi üzmek istemiyorum anne, hele ki seni! bu cümlenin sonuna bir "ama" da eklemek istemiyorum ama dayanamıyorum anne! yine titriyorum, yine diplere düşüyorum, yine kontrol edemiyorum... acı ciğerlerime ulaştığında öyle yakıyor ki! bunu tarif edemem. kime içimi döksem? kimseyi incitmeden kimden yardım isteyebilsem?.. usul usul korktuğumu kime gösterebilsem? ilk defa bu kadar farkındayım her şeyin. bu korku ilk defa böylesine yükseklere alevlendi. sonumu görüyorum ... yarınımdan korkuyorum ...
birilerine anlatmıyordum. anlattıklarım, dinleyeni sadece çaresizliğe sürüklüyordu ve bunu yapmaktan nefret ediyordum. tek bir kişinin çaresiz olması daha iyiydi. ben zaten çaresizdim, başkalarına da bulaştırmak istemiyordum. istekler canlanıyordu kafamda:
bunu yapmayı hiç istememiştin. hele ki planlamayı... düşünüyorsun da artık arkanda bırakacak önemli bir şeyin de yok. konuştukça dibe batıyorsun nasılsa. üstelik annene sarılıp, kendi isteğini de yerine getirdin. ağladın hıçkıra hıçkıra ve istediğin gibi, soru da sormadı sana. ama ne değişti bir bak? kendi gereksiz varlığını hissederken düşünemiyorsun başkalarının sana üzülmesini. kime anlatsan verdiği tepki doldurmuyor hayatta kalma isteğini. seni en çok anladığını düşündüğün insan bile çocuk gibi davrandığını söylüyor. ya gerçekten çocukluk ediyorsun ya da gerçekten kelimeler yeterli gelmiyor anlatmana. belki annen anladı o gece demek istediklerini ama neye yarar? çaren yok, yapmak istediğin bir şey yok! bütün hayatını ilaçlara bağımlı olarak geçirmek seni nasıl hissettirirdi düşünsene! tanrıya inancın kalmadı, doktorlara bağlı olmak istemiyorsun, peki ne olacak sonunda? gücün kalmadı... o yılları geçirmek için harcamışsın sanki bütün gücünü ve şimdi tutunamıyorsun hiçbir dala. düşüyorsun sürekli aşağıya ve o acı yavaş kalıyor senin yanında. sen ayaklarından kafana gittiğini hissediyorsun o acının oysa sen yamuk yapıyorsun, düşüyorsun aşağıya. gece ne yapacağını biliyorsun da sabahı kestiremiyorsun bir türlü. çok mu uzaklara gideceğim? çok daha yakınlara mı sığacağım? ne olacağım?
böylelikle planlar yapılmıştı. gerçekleştirmek için 2 mayıs günü beklenecekti. daha vardı.
bir doktorun yardımı dokunabilir mi dersin? denemeli miyim sence tekrar? nefret ettiğim hapları içerek mutlu olabilir miyim dersin? ne yapmalıyım, ne?!
dün gece olmadı. titrerken beceremiyorum bu işi. elim ayağım zangır zangır titrerken gücümü kullanamıyorum işte. hem de cam kırıkları çok acıtıyor düşününce. bir intihara alet olacak kadar soğuk gelmiyor insana. ama insanın da dışarı çıkıp, bakkaldan bir jilet alacak kadar gücü yoksa iş görmesi gerekiyor bir yerde. görüyor mu peki? şimdilik hayır. bu benim titrememden kaynaklanıyor ama. acıyı derimde-etimde değil de tam kalbimin derinliklerinde hissediyorum, yapamıyorum, titriyorum.
ve şu an annem de farkında kötü halimin. yaptıklarımdan habersiz tabii ki ama ilgisi yeterince belli ediyor kötü bir halde olduğumu.
su yok edebilir mi her şeyimi? buz gibi tepemden aksa tazeler mi beni? çok da tedirginim. biliyorum gizliliğimden bu tedirginlik. en ufak çıtırtıda ödüm kopuyor, korkuyorum yaptıklarımdan. gerçekten böyle mi olacak? gerçekten ölümden korkuma mı intihar etmiş olacağım? biliyorum ölümüm bundan başka şekilde gerçekleşmeyecek. canımı alması için dua ettiğim tanrıyı da kaybettim ve yapabileceğim sadece bu kaldı. zaten almıyordu da canımı, onca duaya karşılık.
öyle bir noktadayım ki yardım istemiyorum bile. bir doktorun emrine girme gereksinimi duymuyorum. tek isteğim daha az titreyip, daha güçlü olabilmek. bu gece de acıyacak mı kalbim, ne dersin?
yaşayamıyorum ...
kırılan çay bardağının her bir parçası başka yere saklanmıştı. sanki oyun oynuyormuşuz gibi annem o cam kırıklarına yaklaştıkça panikliyordum. üzerinden birkaç gün geçtiğinde odanın kapısını açarken bile telaşeyle onu geri odaya götürüyordum. bir şeyler sakladığımı anlamıyordu. eğer bulursa her şeyimi uzun süre kontrol altında tutacağını biliyordum.
-----
bugün abimden ayakkabı istedim, "denk gelirse haber ver." dedim. o isteği nereye koyacağımı bilemedim. laf olsun diye ağzımı açmamam gerektiğini anladım o anda. canlarını acıtmadan gitmek istiyorum.
çünkü 2 gün öncesinde bir intihar girişimim olmuştu ve 2 gün sonra tekrar olacağını biliyordum. ölebilmek için gerçekten çabalıyordum, ayakkabı gerekli miydi? ve ölüp gittiğim zamanı düşünüyordum, suçluluk duyuyordum. arkamda kalan bir isteğim olmasını hiç istemiyordum, o istekle anılmayı. bu istek ayakkabı dahi olsa.
-----
2 mayıs 2009 - beceriksizliğin günü!
kusmayacağım diyip yatmıştım yatağıma. derin uykuya dalmaktı niyetim. kusmaya kalkışmadan gözlerimi kapayabilmekti. ne mi oldu? mide bulantısı... kusmamalıydım bu sefer. öyleydi kararım hem. o nasıl bir baş dönmesi ve mide bulantısıydı, anlatamam. koştum tuvalete. kusacak kadar bile halim kalmamıştı ama kusuyordum, kusmuştum. hiç hesaba katmamıştım ben bunu. midem bulanmayacaktı ve kusmayı düşünmeyecektim bile. kustuktan sonra anladım ki yine beceremeyeceğim. bu sefer de annemin yanına, ananeme gittim. tam o an işte! ölebilirdim... zar zor konuşsam da söylemiştim anneme. o yine benden kusmamı istiyordu ve haberi yoktu ilaçların kanıma çoktan karıştığından. iki kaşık sarımsaklı yoğurt yedirse de onu da kustum. ayakta duramayacak kadar titrerken ve kendinde değilken kusmak çok kötüymüş.
sonrasıysa berbattı günün. gözümü açamadım haliyle ama o nasıl bir haldir... uyuşturucu krizini anlatan pek çok filmde de böyleydi. görüntülere engel olamıyorsun ve üstüne üstüne geliyorlar, hem de yetişemiyorsun. gözlerim kapalıydı ama görebiliyordum. sık sık annemi ve lucky'yi gördüm. odadaki konuşmaları dinlemeye çabaladıysam da boşunaydı, anlamıyordum. herhangi bir şeyi takip edemiyordum. gözümü açsam başım daha fena dönüyordu, uyumak zorunda kalıyordum. uykumdan uyandıracak kadar "uyarıcı"lar da vardı vücudumda. titrediğim yetmezmiş gibi sık sık istem dışı hareketlerim de vardı. bugün ayın 7'si olmasına rağmen devam ediyorlar üstelik, o kadar şiddetli olmasa da.
ertesi gün de yine berbattı. gözümü açmaya başlamıştım ama gördüklerim çok bulanıktı. aynaya bakamıyordum ya da ışıklı bir yere. o gün de uyumuştum. ondan sonraki gün ise yüzümü yıkamak için aynaya baktığımda tanıyamadığım bir kişi vardı karşımda. saçları kabarmış, gözleri fırlayacak gibi pörtlemiş, üst dudağı yukarı çekilmiş, çenesiyse hala titreyen bir kişi. kendimden ilk defa korktum o gün. o gün de olsa ölebileceğimi düşündüm o halimi görünce. zaten ölmeliydim bu sefer...
oysa bugünleri hiç düşünmemiştim ben. tekrar başlamak zorunda kalacağımı, rol yaparak bir şeylere girişmek zorunda olacağımı... düşünmemiştim işte. kusmayacaktım ve ölecektim!
o günden sonra pc'yi ilk açışım oldu bu. şimdiyse yemek yemeliyim ve rolüme devam edip pc'yi kapatmakla iyi edeceğim. ...
annemin yanına gittiğimde bana kızacağını biliyordum. daha önce de yapmıştım çünkü bunu. ama o ilk denemede bilinçsizdim ve korkuyordum. hapları içtiğimi söylememe de gerek kalmamıştı, kendisi farkına varmıştı. kusturmaya çalıştığında başım dönmüyordu. kusmamak için inat ediyordum, saçlarımı çekiyordu. o yüzden aynı şeyler olacağını biliyordum. kapıdan girerken umursamaz bir tavırla "noldu, rengin kaçmış?" demişti. ne yaptığımı söylediğimde beni öldürecek kadar öfkelenmişti. ölmek istediğimi bilmese boğazımı sıkıverecekti belki oracıkta. 40 dakika kadar önce ona; uyuyacağımı, beni rahatsız etmemesini söylemiştim. söyleyiş tarzım onu kırmıştı. sanırım bilerek yapmıştım, korkumu yenmek için. ne ara ne yaptığımı bilmiyordu. kızıp ananeme gitmişti. bense onu kırdığımda çoktan içmiştim hapları. işte ona söylediğim an, daha yeni içtiğimi düşünmüştü. "allah seni kahretsin" diye bağırıyordu sürekli. bağırmasını taşıyamıyordum, öldürmesi için yalvarıyordum. dövüyordu ve ne yaptığını bilmediği için kendine kızıyordu. içeri götürüp koltuğa yatırmıştı. neden diyordu, ne zaman diyordu, nasıl diyordu. hiçbirini cevaplamamıştım çünkü her şey tersine dönmüştü. ondan daha öfkeliydim. ancak onun o an neler hissettiğini sanırım hiçbir zaman anlayamayacağım. ama kesinlikle haklıydı, en ufak bir şüphem yok. onu asla suçlayamam.
-----
kendimi öldürmek istememin cezası büyüktü. "daha sonralarının olmayacağı hayalim"in yıkılması bir yana etrafımdakiler de bana kızgındı. benim için her şeyi yapıyorlardı, yaranamıyorlardı. düşünceleri buydu. sanırım onlar da beni, benim açımdan anlayamayacaklar. özellikle abim çok fazla üzerime geliyordu. kaldıramıyordum. bütün bunlardan kurtulmak için o yolu seçmiştim. bu şekilde davranmasalardı kendimi daha kısa sürede toparlayabilirdim. gücümün tek kaynağı annemdi. onunla uyuyup uyanıyordum. saçma cümlelerimi seslendirebiliyordum. çünkü artık umursamadığımı bilmesini istiyordum. hayretle gözlerime bakıyordu. daha önceleri hiçbir şey anlatmıyordum, hiçbir şey itiraf etmiyordum. şaşırıyordu. ama daha çok sahip çıkmaya başlamıştı, daha çok bağlanmıştık. bu yaşadığımın güzel bir yanı da buydu işte. artık sustuğum zamanları anlayabiliyor. konuşmak istemediğimde kendisi de sessiz kalmayı becerebiliyor. konuşursam saçmalayacağımı, saçmalamak istemediğim için sustuğumu anlıyor. işte o üzerime gelinen zamanlarda da bunları düşünüyordum:
her şey anlamsızlaşmaya başladığındaydı. ben ağlıyordum. sıcaklamamıştım ama yüzümü ıslak bir el siliyordu. o kadar anlamsızdı ki o an için bu yöntem.. hiçbir derdimin çaresi olamıyordu o ıslak el. çare olmak için uzanıyordu oysa ve belki de korka korka. farkına vardığım tek şey ıslak oluşuydu. sıcaklamıyordum!
sıcak ve soğuk da anlamını yitirmeye başladı yüzümün ıslaklığıyla. düşünüyordum. genel olarak "neden?" sorusu vardı düşüncemde. ara ara da "ne düşünüyordum?" düşüncesi. düşünmek de anlamsızdı..
iyi mi olmuştum bir ara? iyi görünmek zorunda kalmıştım sadece. anlamsızlık, tüm anlamsızlığıyla devam ediyordu. gülüyordum tepki olarak.
kalbim kırılmıştı. işe yaramazlığın anlamını düşündüm bir süre. anlamlıydı. benim varlığımdı o ve bir türlü yok edemiyordum onu. onu da anlamsız yapamıyordum. tepkimin şiddeti artıyordu. kırık bir kalple ağlıyordum. işe yaramıyordum..
onca intihar girişimimi düşünüyordum, anlamsızdı. insanlar birisinin "intihar etti"ğini duyunca, o kişinin öldüğünü düşünüyorlardı. yaşıyordum. çelişkiydi.
"daha başka?" dedim kendi kendime. gücümün yeteceği başka bir şey yoktu. kendi işime bile yaramıyordum.
saat geç olmuştu sonunda. uyurken anlamıyordum ne durumda olduğumu. hissettiğim onca berbat duyguyu uyanıklıkta bırakıyordum. rahattım oysa. ve tüm anlamsızlığıyla gözümü açıyordum sabah olduğunda.
ölmem gerekiyordu. düşünüyordum. ölmediğimi fark ettikçe öfkeleniyordum. ve bir kez daha kırılmıştı kalbim. yine işe yaramıyordum. üstüne tersleniyordum bir de, tersliyordum.
tüm beceriksizliğimi görmem gerekiyormuş gibiydi. kırılması gereken kalbim değil, kafamdı. kırıklar, bilincimi kapatmalıydı.
şu an ne kadar berbat duygularla hayatta olduğumu kim anlayabiliyor ki?.. anlamlı olan tek şey "işe yaramamak" ve o benim bedenim. var olan bedenim. beceriksizliğimi anlatmama gerek var mı? kendime bile nasıl nefret dolu olduğumu? sıradanlığı? ...
yaşayamadığım anlardan. gittikçe emin oluyorum ölümümün ne şekilde olacağından..
-----
daha sonrasında annemin isteği üzerine doktora gitmiştik. kaç yıl taşınmıştık hastaneye ve artık nefret ediyordum o ortamda bulunmaktan. daha hastanenin kapısından girerken sıkılmaya başlamıştım. hasta insanları görmek beni de hasta yapıyor. bakışlarım garipleşmişti. sürekli sayı sayıyordum. ayağa kalktığımda hızlı adımlarla dönüp duruyordum. paranoyam vardı, bakışları üzerimde seziyordum. annemse beni ilk defa öyle görüyordu. çok dikkat ediyordum nerede ne yapacağıma. yalnızken hep böyleydim aslında. sadece umursamazlığım vardı bana bunu annemin yanında yaptıran. o ruh haliyle adımı okumuşlardı. korkumu cesaretmiş gibi gösterme huyumdan vazgeçmiş değildim. doktorun yanına girdiğimde cesaret gitmiş, korku artmıştı. çünkü korkumu saklayacak bir şeyim kalmamıştı.
teşhis: şizofreni
bu kez doktor koydu teşhisi. ve ben o teşhis yerindeki "şizofreni" yazısını görmektense "psikotik bozukluk" diye geçiştirilmeyi tercih edeceğimi ilk kez anladım. okuduğum an, içimde nelerin yıkıldığını anlatacak gücüm kalmadı. daha doktorla konuşmaya çabalarken terk ediyordu beni o güç. bacaklarım titriyordu ama nasıl da sıktım belli olmasın diye. doktorun yanındaki o iki stajyerin tedirginliklerini hissedebiliyordum bir kez olsun bakmasam bile. benim tedirginliğimle karışıp kaplıyordu odanın içini. doktordaysa fark ettirmemeye çalıştığı bir panik görüyordum. ve kısık sesle konuşmasına sinirlenmiştim. her "efendim?" diyişimde içim parça parça olmuştu. intihar girişimlerimi hayretle karşıladı, bense anlamlandıramadım.
- pişmanlık duydun mu?
- hayır.
işte o an yüzüme her zamankinden daha uzun baktı. belki anca 1 saniyeydi ama kağıttan kafasını kaldırıp bakması için uzun bir süreydi o 1 saniye. sonraysa kağıda o kocaman "hayır" kelimesini de ekledi.
benden sonra annemi aldı içeri. ona ne dediğini çok merak ediyorum.
eminim şaşıp kalmıştı, bu kadar şeyi tek seferde anlatıp teşhise yardımcı olan hastası karşısında. benim niyetimse psikoloğa gitmekti. psikoloğa direkt numara vermedikleri için önce oraya gitmem gerektiğiydi.
sonunda bir EKG istedi ve verilen kağıda bakıp sorunun olmadığını, ilacı yazabileceğini söyledi. yan etkilerine göz yummak zorunda olduğumu ekledi.
-----
"intihar mektubu bıraktın mı?"
cevabım hayırdı. ben her intihar mektubu yazışımda yaşamam gerektiğini düşündüm ve yapacaklarımdan vazgeçtim. oysa bu oyundan kimsenin haberi yok. ben durmadan bir "intihar mektubu" yazıyorum.
evet, en mutlu anımda karaladığım iki satır bile bir intihar mektubuydu. çünkü sadece o şekilde ölebileceğimi düşünüyordum.
-----
keşke çevremdeki herkes kadar mutlu ve mutsuz olabilsem. sinirlensem; bağırsam, çağırsam. üzülsem; ağlasam, sussam. sevinsem; hep gülsem, hep konuşsam. keşke bir şeyler hissetsem. kötüye gittiğimi hissediyorum son zamanlarda. hayattan zevk almıyorum. en sevdiğim yemek bile kokusunu kaybetmiş sanki. pişerken kokmuyor burnuma buram buram. müzik dinlemek işkence gibi. ve ben bu halimde gitmeyi düşünüyorum. başka bir şehre, başka bir çevreye. başka başka hayatlara girmeyi düşünüyorum. bu en soyut halimle. bütün hislerden uzaklaşıyorum. her şey anlamsızlaşıyor.
başka bir şehirdeyim. başka bir çevredeyim. başka hayatların içindeyim. soyutluğum kalmadı. belki sadece biraz saydamım. bütün bunlar, sadece geçti. bunları yaşayan ben değildim sanki. ama hepsine şahittim. şu an böyle bir insan olmamın en büyük sebebi bu. bunları yaşayan kız içimde yaşamaya devam ediyor ve ben onu hala çok seviyorum. biliyorum ki zekasından kaynaklanıyor bu, gereğinden fazla iyi birisi olmasından kaynaklanıyor. ikisinin bir arada oluşundan kaynaklanıyor. bazen öldüğünü düşünüyorum o kızın, garip bir hüzün kaplıyor içimi. ölmüş olması mükemmel olurdu ancak ben onun gibi bir kızı bir daha tanıyamayacağımı biliyorum. yaşanılanları sevmediğim kadar o kızı seviyorum.
-----
3 Nisan 2010 Cumartesi
the noose
19 Mart 2010 Cuma
acının zamanı
o gece saatlerce kulağımda çınlamıştı bu şarkı. belki yataktan kaldırıp o koltuğa sürükleyen de buydu. üzerinden geçen gün sayısı kaçtı bilmiyordum bile. saymama lüzum yoktu. insanlar takvim kullanıyordu, o zaten gösteriyordu. üç gün geçmiş, beş gün kalmış... biliyorlardı. herkes zamanın durmasını, yavaşlamasını istiyordu ama bunun için mi saatlerini kollarında taşıyorlardı? durması için hiçbir çabaları yoktu. sadece hayal ediyorlardı. durdurabileceğimi biliyordum. hayal olmayan isteğimi karşılamam gerekiyordu. saat, gün, ay, yıl, yaş... tek tek hepsini umursamayı bıraktım. yaşlanıyoruz kaygısı taşıyan insanlar özellikle, özellikle onlar istiyordu zamanın durmasını. belki gençleşmeyi bile başarıyordum o halimde. terbiyesizce gülüyordum onlara. güldüğümü görmeyecek kadar telaşlıydılar ve bu benim işime geliyordu. alay ettiğimin hiçbiri farkında değildi. zamansızca onlardan da uzaklaştım. soyuttum. bana sorsan, yoktum. başkaları içinse soyut. "var, ama..." vardım, ama... çektiğim acının zamanınca yaşıyordum. bacaklarımın kitlendiği vakit vardı mesela. dışarısı karanlık gözüküyordu, benim içinse uyuma vakti değildi. normal zaman için geçmeyen bir dilimdi. acının zamanındaysa anlaşılmıyordu. uzun değildi, kısa hiç değildi. kararında bir acı da değildi. o da soyuttu; vardı, ama... takvimlerin gösteremediği geleceği, acının zamanı gösteriyordu hem. her olan şey, sıradaki olacak şeyin habercisiydi. dopdolu bir yalnızlık içindeydi bütün bunlar. ilahi güçler aratan, şeytanın varlığını ispatlamaya çalışan bir şey gibi gözüküyordu dış dünyadan. içindeyken öyle değildi oysa. var oluşun verdiği bir şeydi şeytan. kötü denilen şey değildi. onun avcunun içindeydik belki de. kötülük ya da iyilik zaten var değildi. kalıplaştırılamayacak o kadar davranış vardı ki... çözmek için acı gerekiyordu. ve insan sadece istediği için acıyamıyor. aynı bu dünyanın sahte gülücükleri gibi. acıyı bedene taşıyan şey de güçtü işte. dışarıdan ne kadar kaba duruyor. ancak içindeyken ilahiydi. iyilik ya da kötülük yoktu ama bilinmeyenler, gizemler orada da vardı. geleceğin görülüyor olması, gizemleri çözmüyordu. ne kadar işe yaramaz, ne kadar robot, ne kadar saçmalık olduğunu insanın yüzüne fırlatıyordu. yüzleşebilmek için, zamanını da fırlatıyordu yüzüne. bu sayede geçen şey senin için zaman olmuyordu. geçen şey acıydı. kimi zaman sıkışıyordu göğüs kafesinde bir yere, kimi zaman yukarıya akıyordu, kimi zaman aşağıya. ama daima geçiyordu. "geçmek" kelimesinin sona ermeyi anlattığı garipliğiyle de yüz yüze gelebiliyordun böylece. her an sınırlarını genişletmeye çalışıyorsun. dayanma eşiğini yükseltmek, seni daha da ahlaksız yapıyor. daha terbiyesizce gülüyorsun diğerlerine. küfürleri öğreniyorsun bir bir. ve eşiğin sınırını aşamadığın bir zaman geliyor karşına. belki eşiğin son sınırı, belki vücudunun son sınırı. bunu hiçbir zaman bilemeyeceksin. geleceği görüyor olmak, bazı gizemlerin çözülmesine yetmiyordu. geleceği görmek de önemsizdi zaten. şükür gibi bir yük yoktu. şükretmesen de o zamanın içinde oldukça geleceğini görecektin. şükretmek, acı zamanına ait bir şey değildi. sınıra geldiğin an senin yolculuk vaktin oluyor. kutlanıyorsun. adına şenlikler düzenleniyor. uğurlanıyorsun. artık hiçbir zamanın içinde değilsin. acı sona erdi. yaşın, günün, yılın önemi yoktu. bakışların yeteneğini yitirmiş duruma geliyor. bakmıyor, sadece gözlerin sabit duruyor ya da hareket ediyor. ama asla bakmıyor. canın acımıyor, pişmanlığın yok ve öylece dikiliyorsun. bacaklarında karıncalanmalar oluşana kadar dikiliyorsun, zamanını bilmiyorsun. halin gittikçe yıkılıyorsun olduğun yere. sonsuzluk açıveriyor gözlerini. koca bir karanlık. ışıklardan oluşan bir karanlık. düşünce seni içine çekiyor. bu düşünce; dış dünyadan, yok oluş olarak gözüküyor. kollarından melekler tutuyor ve ayaklarının altından havanın geçip gittiğini hissediyorsun, uçuyorsun. sonsuzluğun güzelliğini görüyorsun. dış dünya süresince, yarım saat kadar sürdürüyorsun o uçuşu. sonrasında olanlar hiçbir yere ait değil. sonsuzluğa ulaşamıyorsun. dünyada değilsin. ne olduğunu sen dahil kimse bilmiyor. rüya gibi bir zaman geçiyor. gözlerini açtığında dünyada buluyorsun kendini, zamana ayak uyduramayacak ama acıya da katlanamayacak bir şekilde buluyorsun. işte o andan sonra ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. kalkıp yürüyebildiğimi düşünürsem, 3 gün geçmiş olmalı. ama bana, daha o geceymiş gibi geliyor. sanki gözlerim sadece kapalıymış gibi birden açıyorum. tavan bomboş duruyor öylece. annemi uyandırmak istemiyorum, o yüzden odadan ayrılıp salona geçiyorum. ağlayacağımı biliyorum. koltuğun karşısındaki saat 3'ü geçiyor gösteriyor. bir küfür koyuyorum ortaya. ne değeri var o saatin? tavan öylesine boşken, duvarda asılı olmasının ne önemi var? ne işe yararlığı? bomboş odada? içinde bulunduğum anı görmek istemiyordum. sonsuzluğu düşünüyordum. oraya varabileceğimden emindim. ve gelecek kaygısından sıyrıldığım için, içinde bulunduğum anın bir hesabı yapılmamıştı. o anı ve daha sonrasını hiçbir şekilde görmeyecektim. buna inanarak dünya saatiyle 30 dakika geçirmiştim. insanların ne kadar geri zekalı olduklarını öğrendikten sonra insan olabilmem gerekiyordu. insan olup, zamana ayak uydurmam gerekiyordu. ne kadar zor olduğunu bilebiliyor musun? ve sonunda dönüp "evet, insan gibiyim" demenin neler hissettirdiğini? ezikliğini? ve bugün 19 mart 2010. takvim gösteriyor ki, aradan 11 ay 17 gün geçmiş. tüm bu günler boyunca geri zekalılığı sürdürdüm. duvara saat astım. gelecek kaygısına düştüm. tüm bunlarla yüzleşmekten öylesine kaçtım ki. artık daha geri zekalıyım. bunu yüzüme fırlatan bir şeyler var şu anda. zaten küçük olan beynimizin sadece %10'unu kadar kullanabildiğimiz söylentisi bir tarafta. bu halimizle mi işe yarıyoruz? ahlaksızca gülen birileri olduğunu biliyorum. göremeyecek kadar telaşlıyız.
11 Mart 2010 Perşembe
9 Mart 2010 Salı
rüyalar alemi
hadi bazılarını hatırlamıyorum yataktan kalktığım vakit ama bazıları da tam o zaman aklıma geliyor. iki durum da, her an hatırladıklarımdan daha kötü değil. sabah 6 gibi ilk rüya. (burada saat, camdan bakarak anlaşılıyor.) ardından uyanış ve rüyayı kendi kendime anlatış. unutmayacağım güya. kalkınca birilerine anlatmaya niyetim var. sonra uykuya tekrar dalma süreci. aynı zamanda dalamama süreci. ikinci rüya seansı 10-11 gibi. (burada da telefon iş görüyor.) genelde en kötüsü de bu oluyor. saati belli olan bir şeye geç kalacakmışım hisleriyle giriyorum rüyanın içine. bir kere de vaktinde varsam! bu sefer uyandığımda gözlerimi muhtemelen açmıyorum. gözlerimi açtığım zaman tekrar uyumak zorlaşıyor. bir şey düşünmemeye çalışıyorum, derken bir şey düşünmemeyi düşünmeye başlıyorum. yine zar zor geçiyorum uyku faslına. bu kısmı her gün yaşamıyorum. 11 seansından sonra, gözler tavanda, çiş ihtiyacıyla kalkmış oluyorum genelde. yaşadığım günlerdeyse her şey daha berbat. saat 12 olduğunda bu sefer. (zaten bundan sonra "kalk" emri geliyor, saate bakıyorum.) zehir olan uykuyla dinlenemeyen vücudum kararsızlık içinde kalıyor; kalksa mı, azcık daha yatsa mı. yatmayı tercih ettiğim zaman uyumamaya özen gösteriyorum. uyku demek rüya demek. gözlerimi dinlendiriyorum sadece. ola ki içim geçsin, o günü yaşamayayım daha iyi.
bugün 10-11 seansında bir deprem rüyası vardı. uyandığımda haberim oldu ki, elazığ'da deprem olmuş. rüyamda, eskişehir'de oluyordu ve bütün evler yıkılmıştı, yürüyecek yer kalmadığı için metro tüneli gibi yer altında olan bir yerden yürüyerek geçiyorduk. insanların çoğu kaçıyordu, telaşeliydi. bazı tanıdıklarla karşılaşıyordum, korkmamız gerektiğini söylüyorlardı. sonra o tünel içinde küçük bir cafenin önünde, yanında iki tane adam olan küçük bir kız çocuğuyla karşılaşıyordum. kız elini uzatıyordu, "vermeyecek misin?" diye biraz arsız biraz istercesine soruyordu. adamın biri de elini uzatıp tokalaşmak istiyordu, tokalaşıyorduk, kendi adını ve kızının adını söylüyordu. ben de kıza dönüp, "sen kitap okumayı sever misin?" diyordum. "evet" diyordu. "o zaman sana para vermeyeceğim ama çok seveceğin bir sürü kitap vereceğim. olur mu?" diyordum. "olur" diye karşılık veriyordu sevine sevine. babası ve diğer adam teşekkür ediyorlardı. daha da ilerlerken, adamların o kızı kullanıyor olabileceklerini düşünüyordum. kimse ağlamıyordu. sadece telaş vardı. tatlı bir telaş.
bazen de çok güzel şeyler görüyorum, güzellikleri üzmeye başlıyor. gerçek olmayacaklarını biliyorum. yani hiçbirisi mutlu etmiyor, rahat ettirmiyor.
ekleme: ve sen televizyonu aç, "uyku ve rüya" başlığıyla karşılaş. hemen bağlıyorum minderi.
5 Mart 2010 Cuma
böyle zamanlarda ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. yalnız mı kalmalıyım? mesafeyi mi korumalıyım? kusurlu kılıfları sevmeyi mi öğrenmeliyim? sanırım en iyi fikir sonuncusu. ancak o zaman hayallerim… hayallerimi de sevmeyeceğimi bilirim. ve biz hayallerimizden kaçtığımız zaman ölümü düşlüyoruz.
3 Şubat 2010 Çarşamba
ruhsuz
bu haldeyken sevinçler de başka. bayatlamış pişmaniye tadındalar. daha önce yenmesi gereken pişmaniye tadında.
yatağa girdiğim vakit düşünecek bir şeyimin olmadığını anlıyorum. tuvalette, kafaya takacak bir şey bulamadığımı fark ediyorum. birisi beni düşünmedikçe ben de birisini düşünmüyorum. zaten kendimi kandırmak istemiyorum. aslında çok istiyorum ama ne zaman kandırmaya başlasam beynim bir uyarı veriyor. yani kendimi kandırmam da kontrolüm altında değil. gerçek'ten kopacağımı hatırlatıyor o uyarı bana, daha önce bu şekilde koptuğumu. yaşanmış bir şey olmasa ortada, o uyarıyı hiçe saymak öyle kolay ki. gerçek'ten ayrıldığım vakit gerçeğe dönmemi isteyen birileri olmamalı. kendim düşünüyorum, ben de göz yumamazdım gerçek'ten sıyrılmış birine. ama bazı dünyalar öyle güzel ki... güzeldi bazısı. işte beynim uyarı veriyor şu anda da: düşünme!
insan olduğumu hissetmek istiyorum. sadece canlı olduğumu hissetmem de yetebilir. bir şeyler hissedebileceğimi bilmek istiyorum. hissetmek gibi bir özelliğimin olduğunu anlamak istiyorum. canımı yakmak istiyorum. deli gibi gülmek istiyorum. kaybetmek istiyorum. kaybolmak istiyorum. kaybettiğimde ne kadar canım yanacaksa kaybolduğumda da o kadar sevineceğim, bunu biliyorum. bu duygusuzluğumdan korkuyorum. gözyaşlarımda tuz yok gibi. ellerim üşüyor ama zaten üşüyor olması gerekiyor gibi. her şey olduğu gibi... öldüyse öldü, olduysa oldu. böyle basit olmamalı!..
1 Şubat 2010 Pazartesi
kırmızı cennet
29 Ocak 2010 Cuma
gitmiştin...
24 Ocak 2010 Pazar
yaşadığım ama hatırlayamadığım şeyleri düşünüyorum. hastalık sebebiyle beynin "hatırlanmayacak şeyler listesi"ne neler kaydettiğini düşünüyorum. kendi beynimin benim için şimdiye kadar yaptığı en büyük iyilik sanırım bu liste. ben hatırlamıyorum ama hatırlayan birileri muhakkak ki var. ancak onlar da hatırlamak istemediklerini söylediklerinde ısrarcı olamıyorum öğrenmek için. garip değil mi bir insanın kendi yaptığı şey(ler)i hatırlamaması? hem de hafızası kuvvetliyken?
7 yaşımda gördüğüm bir rüyayı hatırlıyorum. bir balina görmüştüm. denizde sıçrıyordu tüm güzelliğiyle. ama öylesine korkmuştum ki o rüyadan. sesimi çıkaramadığım ilk korkum olmuştu o rüya. uyandığımda yan odaya, yatak odasına gitmek istemiştim. hareket edemiyordum. "anneee" diye bağırmak istemiştim. sesimi de çıkaramıyordum. o gece bir şekilde geçmişti yalnız başıma. yan tarafımdaki ranzada yatan abime bile hissettirememiştim yaşadığımı. meğer o zaman bildiğim balina şimdi bildiğim köpek balığıyla eşdeğermiş. bu yüzden kendi yaşıtlarım en sevdiği hayvanı yunus, balina yaparken ben tavşan diyordum, panda diyordum.
yine 7 yaşımdayken gördüğüm bir rüyayı daha hatırlıyorum. bu sefer bir yılan görmüştüm. dilini çıkarıp tıslıyordu. rüyada ben de vardım. yılanı görüyordum ve korkarak ağlıyordum. yılan da beni gördüğü an boynuma dolanıyor ve beni boğuyordu. ölmemek için uyanıyordum ve gözümü açtığımda yüzümün ıslak olduğunu fark ediyordum. sesimin yine çıkmayacağını anlamıştım. sadece ağlıyordum. o anı yaşadığımın yine kimse farkında değildi.
6 yaşımda anaokulundaydım. neden orada olduğumu hiç merak etmemiştim, hiç düşünmemiştim. neden orada olmam gerektiğini de bilmiyordum. "öğretmenim canım benim canım benim seni ben pek çok pek çok severim ..." bu şarkıyı ilk öğrendiğim yerdi orası fakat öğretmenimden nefret ediyordum. yüzünü hala net bir şekilde hatırlıyorum. büyük ihtimalle o da beni sevmiyordu. en sevmediğim saatti oyun saati. ve bir gün anneme, "çok çekingen duruyor. herkes oyun oynarken o bir köşede oturuyor. bir problemi olabilir. bir psikoloğa götürmenizi, ilgilenmenizi tavsiye ederim." demiş. annemse benim cevabımı iletmiş, "benim sevdiğim oyuncakları hep başkaları alıyor." daha sonra benimle konuşmuştu öğretmen, "sen de diğerlerinden önce davran ya da kim almışsa ondan iste." demişti. daha o yaştayken bile bu tavsiyesi o kadar saçma gelmişti ki. bebek arabaları için sürekli kavga ediyorlardı. bir de ben mi isteseydim? sonra zarar veriyorlardı sevdiğim oyuncaklara. o yüzden sahiplenmek istemiyordum benden önce davrananlar tarafından kapılmış o oyuncağı. orada sevdiğim tek bir zaman vardı. kibrit çöplerinden ev mi yapacağız, anlatılırdı önce. kibritler ve kağıtlar dağıtılırdı. daha sonra uzun bir süre kimse karışmazdı ne yaptığıma. sadece "neden yapmıyorsun?" diye soruyordu öğretmen arada ama ben asla bu soruyu yanıtlamak zorunda kalmamıştım. onun da sormasına gerek kalmamıştı. işte o kimse karışmazkenki geçen vakit tek sevdiğim yanıydı o okulun. bir de bakıcı teyzemiz vardı. o ise ikinci nefret ettiğim kişi olmayı başarmıştı. zorla yedirdiği bir yemek sonrası kustuğumda daha da kızmıştı. okula gitmek istememiştim bir daha. zorla götürülmeye başlayınca da çözümünü bulmuştum. 2 gün arka arkaya altıma yapmıştım ve bir daha kapısından bile geçmemiştim.
anaokuluna gitmeyerek geçirdiğim günlerde de okumayı öğrenmek istiyordum. abimin hece tablosu duruyordu. birkaç gün inceledikten sonra anneme gidip "bu nasıl okunuyor?" diye tek tek harfleri sormaya başlamıştım. annem de bunu abimin yanında babama anlatınca hece tablosu yasaklanmıştı bana. "benim o" diyordu ve saklıyordu durmadan. ama her gün okula gittiği vakit ben evde oluyordum ve annem de onun nereye saklamış olacağını biliyordu. tek harfleri okumayı öğretmişti. daha sonraları ben sormaya başlamıştım bu böyle mi okunuyor diye. ilk okuduğum heceyi hatırlıyorum hala: ba. o şekilde okumayı öğrenmiştim. abimse okumayı öğrendiğimi öğrendiğinde o hece tablosunu çöpe atmıştı.
okula başladığımda okumayı biliyordum ve yapılan her şey çok sıkıcı geliyordu. 1. sınıfta su çiçeği geçirmiştim. o 2 haftalık zamanda bir sürü kitap okumuştum. en sevdiğim "yaramaz paytak ördek" olmuştu. onu da hala sakladığımı biliyorum. ilk kurdale takılan kişi olmuştum sınıfta. hem de daha ilk günlerden. ancak bundan hiç memnun bırakmamışlardı beni. sürekli "benim gibi" olmalarını söylüyordu öğretmen diğerlerine. zor öğrenenler için kendimi kötü hissediyordum, suçlu gibi.
3. sınıfa geldiğimde şehir değiştirmiştik. yeni bir öğretmenim vardı. arkadaş olduğum kişilerin hepsi çok seviyordu onu o zamanlar ve onlar da başarılıydılar. matematik derslerinde özellikle problem çözmek için bir zaman verirdi ve kim yaptı kim yapamadı kontrol ederdi. yapamayanları tahtaya çıkarırdı, ceza verirdi. bu da bana saçma gelmişti. ceza vermek yerine öğretmeliydi. bir gün yine matematik dersinde yapamayanları tahtaya çıkardı. yapanları da çıkardı ve yapanlara, "istediğiniz kişinin karşısına geçin, yüzüne tükürün" dedi. problemleri çözebilenler için hiçbir sorun yoktu. hatta belli bir tatmin sağlıyordu onlar üzerinde. sevmedikleri kişiyi seçebiliyorlardı. tükürmeyi istememiştim hiç ama tükürmediğim için de uyarılmıştım: "o da alsın cezasını, tükür sen de." o anda o öğretmenimden de nefret etmiştim. sadece herkes seviyor diye sevmediğimi dile getiremiyordum. hem bu sefer öğretmenim beni seviyordu. daha sonraları büyüdükçe, konusu açıldıkça hemfikir olmaya başlamıştık diğerleriyle. herkes en az bir kere tükürülen kişi olmuştu çünkü.
daha yakın geçmişe gelmeye çalıştığımda kopukluklar oluşmaya başlıyor. bazı olayları hatırlasam da hangi zamanda gerçekleştiğini hatırlayamıyorum. yaptıklarımı inkar ediyormuşum ve yapmadıklarımı yaptım diye anlattığım oluyormuş. belirli bir zamana kadar hislerim durmadan güçleniyordu. pek çok şeyi tahmin edebiliyordum, sezebiliyordum, anlayabiliyordum.
ilk ve son paragraf çıkarılmalı belki. anlatmak istediğim şey o zaman çok daha net gözükebilir gibi duruyor. aslında öyle değil, bütün bu unuttuklarımın hatırladıklarımla ilgisi olduğunu düşünüyordum. bir şeyi unutmamın sebebi, çok başka bir şeyi hatırlıyor olmam olabilir. bu herkeste böyle olabilir. ya da bana özel bir durum olup, sorunsuzca yaşadığım dönemin 9-10 yaşlarıma kadar sürmesi olabilir. sanmıyorum ki anaokulu öğretmenim gelip, sana böyle böyle demiştim desin. ya da bir sınıf arkadaşım çıkıp, evet sen tükürmemiştin desin. başkaları için belki hiç önemi yoktu bunların. benim kafamda bunca süre saklı kalabildiklerine göre benim için bir önemi olmalı ama.
14 Ocak 2010 Perşembe
çok sevdiği bir erkeğe defalarca sorduğu "beni seviyor musun?" sorusunun çeşit çeşit cevaplarıyla yetinmeyen bir kız. ona asla benzemeyecektim. yanımda olan erkeğin beni seviyor olduğunu bilecektim. en azından kendimi kandıracaktım ama bu soruyu yine de sormayacaktım. eğer beni bu soruyu cevaplamak zorunda bırakacak birisi olursa, ondan uzaklaşacaktım. çünkü isteğim bu değildi ve benimle aynı şekilde düşünen erkeklerin de var olduğunu görüyorudum. en azından bir tanesini tanıyordum. onu tanımam umut vermişti bana. yoksa şu an birilerine "beni seviyor musun?" diye soruyor olabilirdim. aynı gün, kime ne hissediyorsam, bunu dile getirmem gerektiğine de karar vermiştim. bazen bu kararı unutsam da unutmadığım zamanlarda daima arkasında duruyorum. unuttuğum zamanlarda zaten düşünmeye gücüm kalmamış oluyor. korktuğumdan ya da çekindiğimden değil, unutmak işime geldiğinden değil. yine o sıralar, mutluluğumu düşünüyordum. aşıktım. aşık olduğum kişi bir başkasıyla beraberdi. aşıktı diyemiyorum, çünkü onun da hayalinde "beni seviyor musun?" sorusunu duymamak vardı. ancak kız öyle değildi. ama o yine de çok seviyordu o kızı. o an düşünüyordum işte. onu sevdiğimi ona söylemek istiyordum. beni sevebileceğini düşünüyordum. eğer söyleseydim ve beni sevseydi diye diğer kızı düşünüyordum. evet, ben mutlu olacaktım. olacaktım ama mutlu olurken başkalarını mutsuz ediyor olacaktım. burada tıkanmıştım. o an için uygun bir zamanın geleceğini düşündüm. söylememeyi çoktan çıkarmıştım seçeneklerden. kimseyi mutsuzluğa sürüklemeyeceğim bir an söyleyecektim. ben, o an epey uzaktadır diye düşünürken, fırsat çok kolay geçmişti elime. sonunda kimse mutlu değildiyse de kimse de mutsuz olmamıştı. asıl öğrendiklerim reddedilirkendi. kesin bir yargı yoktu ama olumsuz kelimelerden oluşuyordu cümleler. o an kırılmadığımı fark etmiştim. ancak bir yargı olmayınca ben hala olabileceğini düşünüyordum. belirsizlikti içinde bulunduğum durum ve birkaç gün sonra bana güzelce izah etmişti sebebini. daha çok seviyordum artık onu. reddedişi bile kendisinceydi. zamanla hayallerimi bıraktım, sadece sevmeye devam ettim. işte o süre boyunca çok şeyi düşündüm. her soruyu sormayacağıma, cevap verirken akıllı davranacağıma, bu şekilde karar vermiş olan insanların varlığını düşünüp bazı şeyleri de sorulmadan söyleyeceğime karar vermiştim. kararlar "ben" için güzeldi. uygulanabilinirdi. çünkü sonucunda "olmaz" derken bile birilerini kendinize hayran bırakabiliyordunuz. güzel bir şey bu. ancak bazı zamanlar geliyor ki sorulmamasının gerektiğini düşündüğüm sorular bir bir çıkıyor aklımın yüzeyine. sorulduğu an "sık boğaz" ediyor olabilecekler. sorulmadıkları an ise karşı tarafa eminim daha güzel şeyler hissettirecekler. en kötü ihtimal "herhalde vazgeçti" diyecektir. eğer farkında olursa, onu sıkmadığınız anlar için gerçekten mutlu olabilir. bazen de öyle bir şey oluyor ki, öyle bir merak sarıyor ki içimi. o merağın geçmesi için gözlerimi kapayıp başka şeyler düşünmeye çalışıyorum. yapmam gereken soru sormak değil çünkü. sadece sabırla beklemek. çünkü sonuç, bir tek böyle olduğunda en güzel hale geliyor. soruları kendime yöneltiyorum: ne düşünüyor? tabii ki cevapsız kalıyor.
13 Ocak 2010 Çarşamba
ev (g)özlemleri
soğuk memleketim burası. nasıl oluyorsa oluyor ama, insanları bir türlü soğumuyor sokaklarında. gece uykuyu bile bölebilecek bir soğuk. evet, uyuyamadım. biraz da yatak fazla rahat geldi, battaniye fazla güzel.. rüyalarımı anlatmama gerek yok, hep aynı.
pc'm bozulmuş. sanırım ekran kartı yanmış. şimdiyse başka bir klavyeyi tuşluyorum, başka bir monitöre dikiyorum gözlerimi. ihanet gibi. ama uyandırdığı his, bana yapılan bir ihanet gibi. hayatımda çok değer verdiğim eşyalarımdan, "benim" diyebildiğim sürece. benden başkasına sorunlar çıkaracağını bildiğim için "benim" demek o da. kendisini sabırla kullanmamı bekleyendi o. sabırsızlık, en sevmediği şey.. "ya hepimiz, ya hepimiz" diyen bir monitör. yani şey, ya hepimizi kapa, ya hepimizi açık tut. bu demek istediği. her şey kapalı, o açıksa çıkardığı cızırtı.. mızmızlanması onun. diyorum ya, değerliydi.
ve evde yapacak bir şeyler aradım. vakit, ben sıkılmadan geçsin istedim. biraz pc'ye baktım, ne çok işe yaradığını düşündüm. sonra yatağıma oturdum, artık başkasının sahiplendiği yatağıma. mantar panolara baktım, hala bomboşlardı. en kullanamadığım şeylerdi sanırım. iki tane yan yana asılmış.. duvarların maviliğine baktım sonra. bir taraftan seviyordum o tonu, bir taraftan itici buluyordum. artık görmek zorunda olmadığım için önemsemeden düşündüm mavi'yi. kitaplığıma yanaştım, geri dönüşüme gidecek birkaç ders kitabı ayırdım. sonra ben sıkıldım. zaman ağırlaştı. belli belirsiz adımlar atmaya başladım odada, sonra kapıdaydım. oturma odasında babam tv izliyordu. ondan başkası da yoktu evde. onunla beraber tv izlemek yapacağım en son şeylerden birisidir, kumanda ondaysa. o zaten tv ile aynı ortamdaysa kumandanın da babasıdır. o yüzden o tarafa geçmedim. biraz buz dolabına bakındım, biraz erzak dolabına, sonra eski kıyafetleri eşeledim biraz. bir memnuniyetsizlik vardı üzerimde. nedenini çözemedim. sanırım; yıllardır bildiğim şeylerdi gördüklerim ve hepsiyle paylaştığım şeyler olmuştu, bundan duyduğum histi bu. kötü şeyleri hatırlamaya daha da müsaittim, uzaklaştım. bir şeyler karaladım. yorgunluğumu hissedince yattım. erkendi.
hala pc'yi düşünüyorum. interneti kullanmayı unutmuşum, zaman geçiremiyorum. belki çok da meraklı olmadığımdan bu ara. film izlemenin keyfini unuttum. dahası internet elimin altındayken film indirebileceğim aklıma bile gelmiyor. "aa film indirebiliyorduk dimi" diye düşündüğüm anlarım oluyor. sonunda üşengeçliğim ağır basıyor tabii ama bunları hissetmek gerçekten kötü. "bu kadar bağımlı mıymışım?" dediğim oluyor, "nasıl ya, nasıl unutabilirim?" dediğim oluyor. ama bu düşüncelerin hiçbirisi içimi rahatlatmıyor. belki biraz, yeniden keşfedebileceğimi düşünmek.. onu da düşünmemeyi tercih ediyorum, üşengeçlik.
üşenmek, üşengeç falan. ne güzel kelimeler aslında. durumla iç içeler. üşenmeyi başka bir kelimeyle dile getirselerdi sanırım bu kadar üşengeç olmazdım. ya da üşendiğimi bu kadar dile getirmezdim. bunu fark ettim. üşengeçlik.. insanı bal gibi üşengeç olmaya teşvik ediyor işte.
bu kadar üşenmek, bilmem ne diyince üşenmeyeceğimi mi sandın? devam edemem daha.