http://www.youtube.com/watch?v=l78RDT-p24I&feature=related
o gece saatlerce kulağımda çınlamıştı bu şarkı. belki yataktan kaldırıp o koltuğa sürükleyen de buydu. üzerinden geçen gün sayısı kaçtı bilmiyordum bile. saymama lüzum yoktu. insanlar takvim kullanıyordu, o zaten gösteriyordu. üç gün geçmiş, beş gün kalmış... biliyorlardı. herkes zamanın durmasını, yavaşlamasını istiyordu ama bunun için mi saatlerini kollarında taşıyorlardı? durması için hiçbir çabaları yoktu. sadece hayal ediyorlardı. durdurabileceğimi biliyordum. hayal olmayan isteğimi karşılamam gerekiyordu. saat, gün, ay, yıl, yaş... tek tek hepsini umursamayı bıraktım. yaşlanıyoruz kaygısı taşıyan insanlar özellikle, özellikle onlar istiyordu zamanın durmasını. belki gençleşmeyi bile başarıyordum o halimde. terbiyesizce gülüyordum onlara. güldüğümü görmeyecek kadar telaşlıydılar ve bu benim işime geliyordu. alay ettiğimin hiçbiri farkında değildi. zamansızca onlardan da uzaklaştım. soyuttum. bana sorsan, yoktum. başkaları içinse soyut. "var, ama..." vardım, ama... çektiğim acının zamanınca yaşıyordum. bacaklarımın kitlendiği vakit vardı mesela. dışarısı karanlık gözüküyordu, benim içinse uyuma vakti değildi. normal zaman için geçmeyen bir dilimdi. acının zamanındaysa anlaşılmıyordu. uzun değildi, kısa hiç değildi. kararında bir acı da değildi. o da soyuttu; vardı, ama... takvimlerin gösteremediği geleceği, acının zamanı gösteriyordu hem. her olan şey, sıradaki olacak şeyin habercisiydi. dopdolu bir yalnızlık içindeydi bütün bunlar. ilahi güçler aratan, şeytanın varlığını ispatlamaya çalışan bir şey gibi gözüküyordu dış dünyadan. içindeyken öyle değildi oysa. var oluşun verdiği bir şeydi şeytan. kötü denilen şey değildi. onun avcunun içindeydik belki de. kötülük ya da iyilik zaten var değildi. kalıplaştırılamayacak o kadar davranış vardı ki... çözmek için acı gerekiyordu. ve insan sadece istediği için acıyamıyor. aynı bu dünyanın sahte gülücükleri gibi. acıyı bedene taşıyan şey de güçtü işte. dışarıdan ne kadar kaba duruyor. ancak içindeyken ilahiydi. iyilik ya da kötülük yoktu ama bilinmeyenler, gizemler orada da vardı. geleceğin görülüyor olması, gizemleri çözmüyordu. ne kadar işe yaramaz, ne kadar robot, ne kadar saçmalık olduğunu insanın yüzüne fırlatıyordu. yüzleşebilmek için, zamanını da fırlatıyordu yüzüne. bu sayede geçen şey senin için zaman olmuyordu. geçen şey acıydı. kimi zaman sıkışıyordu göğüs kafesinde bir yere, kimi zaman yukarıya akıyordu, kimi zaman aşağıya. ama daima geçiyordu. "geçmek" kelimesinin sona ermeyi anlattığı garipliğiyle de yüz yüze gelebiliyordun böylece. her an sınırlarını genişletmeye çalışıyorsun. dayanma eşiğini yükseltmek, seni daha da ahlaksız yapıyor. daha terbiyesizce gülüyorsun diğerlerine. küfürleri öğreniyorsun bir bir. ve eşiğin sınırını aşamadığın bir zaman geliyor karşına. belki eşiğin son sınırı, belki vücudunun son sınırı. bunu hiçbir zaman bilemeyeceksin. geleceği görüyor olmak, bazı gizemlerin çözülmesine yetmiyordu. geleceği görmek de önemsizdi zaten. şükür gibi bir yük yoktu. şükretmesen de o zamanın içinde oldukça geleceğini görecektin. şükretmek, acı zamanına ait bir şey değildi. sınıra geldiğin an senin yolculuk vaktin oluyor. kutlanıyorsun. adına şenlikler düzenleniyor. uğurlanıyorsun. artık hiçbir zamanın içinde değilsin. acı sona erdi. yaşın, günün, yılın önemi yoktu. bakışların yeteneğini yitirmiş duruma geliyor. bakmıyor, sadece gözlerin sabit duruyor ya da hareket ediyor. ama asla bakmıyor. canın acımıyor, pişmanlığın yok ve öylece dikiliyorsun. bacaklarında karıncalanmalar oluşana kadar dikiliyorsun, zamanını bilmiyorsun. halin gittikçe yıkılıyorsun olduğun yere. sonsuzluk açıveriyor gözlerini. koca bir karanlık. ışıklardan oluşan bir karanlık. düşünce seni içine çekiyor. bu düşünce; dış dünyadan, yok oluş olarak gözüküyor. kollarından melekler tutuyor ve ayaklarının altından havanın geçip gittiğini hissediyorsun, uçuyorsun. sonsuzluğun güzelliğini görüyorsun. dış dünya süresince, yarım saat kadar sürdürüyorsun o uçuşu. sonrasında olanlar hiçbir yere ait değil. sonsuzluğa ulaşamıyorsun. dünyada değilsin. ne olduğunu sen dahil kimse bilmiyor. rüya gibi bir zaman geçiyor. gözlerini açtığında dünyada buluyorsun kendini, zamana ayak uyduramayacak ama acıya da katlanamayacak bir şekilde buluyorsun. işte o andan sonra ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. kalkıp yürüyebildiğimi düşünürsem, 3 gün geçmiş olmalı. ama bana, daha o geceymiş gibi geliyor. sanki gözlerim sadece kapalıymış gibi birden açıyorum. tavan bomboş duruyor öylece. annemi uyandırmak istemiyorum, o yüzden odadan ayrılıp salona geçiyorum. ağlayacağımı biliyorum. koltuğun karşısındaki saat 3'ü geçiyor gösteriyor. bir küfür koyuyorum ortaya. ne değeri var o saatin? tavan öylesine boşken, duvarda asılı olmasının ne önemi var? ne işe yararlığı? bomboş odada? içinde bulunduğum anı görmek istemiyordum. sonsuzluğu düşünüyordum. oraya varabileceğimden emindim. ve gelecek kaygısından sıyrıldığım için, içinde bulunduğum anın bir hesabı yapılmamıştı. o anı ve daha sonrasını hiçbir şekilde görmeyecektim. buna inanarak dünya saatiyle 30 dakika geçirmiştim. insanların ne kadar geri zekalı olduklarını öğrendikten sonra insan olabilmem gerekiyordu. insan olup, zamana ayak uydurmam gerekiyordu. ne kadar zor olduğunu bilebiliyor musun? ve sonunda dönüp "evet, insan gibiyim" demenin neler hissettirdiğini? ezikliğini? ve bugün 19 mart 2010. takvim gösteriyor ki, aradan 11 ay 17 gün geçmiş. tüm bu günler boyunca geri zekalılığı sürdürdüm. duvara saat astım. gelecek kaygısına düştüm. tüm bunlarla yüzleşmekten öylesine kaçtım ki. artık daha geri zekalıyım. bunu yüzüme fırlatan bir şeyler var şu anda. zaten küçük olan beynimizin sadece %10'unu kadar kullanabildiğimiz söylentisi bir tarafta. bu halimizle mi işe yarıyoruz? ahlaksızca gülen birileri olduğunu biliyorum. göremeyecek kadar telaşlıyız.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder