3 Nisan 2010 Cumartesi

the noose

yüksek ağaçlar çevreliyor bulunduğun noktayı. güneşi yeni yeni fark eden yeşillikler bütün oksijen ihtiyacını karşılıyor. nefesini verirken bile çıkan şeyin oksijen olduğunu düşünüyorsun. ormanın derinliklerindesin. çıtırtılar, hışırtılar ve tanımadığın sevimli hayvanlar. bir bakıp kaçıyorlar. gülümsüyorsun. ormanın neresinde olduğunu, olman gereken yerden ne kadar uzakta olduğunu bilmiyorsun. kaybolmuş olabilirsin ama bu seni hiç mi hiç ilgilendirmiyor, korkutmuyor. bulunduğun yer kaybolmuş olmana en çok değecek yerlerden. ağaçlar güneşi emiyor. sonsuz bir aydınlık olarak yansıyor. serinlik tişörtünün içinden hissettiriyor kendini. soğuksun ama üşümüş değilsin. birkaç adım atıyorsun, sağa yöneliyorsun, geri dönüyorsun, ilerlemiyorsun. yere düşmüş dal parçalarını hissediyorsun. karşıda duran o güzel ağacın dibine çöküyorsun. sırtını yasladığında, bulduğun en güzel koltuktan daha rahat ettiriyor seni. başını kaldırıyorsun huzurla. güneşi görmüyor oluşun onun varlığını yalanlamıyor. derin nefesler peşi sıra alınıyor. mayışıyorsun git gide. başını öne eğiyorsun. karıncaların telaşı yine güldürüyor yüzünü. ağacın gövdesi yastığın oluyor. gözlerin kapanıyor yavaşça. kendini lunaparkta buluyorsun. bir noktanın etrafında, o noktaya dönük şekilde dönen bir şey var. tam da üzerindesin ve çoktan çalışmaya başlamış bile. olay zincirinin önemi yok. aynı hızla dönüyorsun sadece. bedeninin soğuk olmasını duyduğun heyecana bağlıyorsun. çünkü bu çok eğlenceli bir şey. hızlanıp hızlanmayacağını bilmiyorsun. düşecekmiş gibi hissediyorsun ve merak gözlerini açmana izin vermiyor. düşersen de bunun nasıl olacağını görmek istiyorsun. dönüyorsun, dönüyorsun... nefesini tutuyorsun, ayak parmaklarını sıkıyorsun. belki biraz hızlanıyorsun ama bunu anlamıyorsun. miden bulanmıyor. bulanabileceğini düşünüyorsun sadece. ve durduğunda lunapark kaybolmuş oluyor. sadece sonsuz bir karanlık görüyorsun. bu seni rahatsız ediyor ve gözlerini açıyorsun. tavanla duvarın birleştiği yer dikkatini çekiyor. keskin çizgiler... yapılmış bir hesap öfkelendiriyor. oysa sadece camı aralamışsın. kültablası ağzına kadar dolmuş. şarkı devam ediyor, to the dead... güneş batmaya yakın. tavan olduğu yerden asla kıpırdamıyor. köşeler rahatsızlık veriyor. şekiller... her şey sabit duruyor. bedeninin soğukluğu artık üşüdüğünü söylüyor. umutsuzlukla içini çekiyorsun. inat edip pencereyi açık bırakıyorsun. her şey bu kadar netken üşüyor olmanın hiçbir anlamı yok.

1 yorum: