29 Aralık 2012 Cumartesi

üzgünüm, birkaç dakikan boşa gidecek. halbuki ne yeminler etmiştim kendime, buradan çıkarmayacaktım sıkıntımı. ama bazen böyle net ve direkt konuşmak iyi oluyor biliyor musun; dolandırmadan, kamufle etmeden.

artık sigara endişelendirecek derecede etkiliyor. ne bileyim, bir yerden gireyim dedim. uykuya dalarken küskün dalıyorum bu yüzden, rahat nefes alamadığım için.

annemi hayatımda hiç bu kadar özlememiştim. hatta hiç bu kadar özleyebileceğimi düşünmemiştim. altından kalkamayacağım taşların altına benimle girdiği için sanırım hep. şimdi yine bir taşın altında olsak da sesini duymaktan başka bir seçeneğim olmadığı için telefonda onunla konuşurken bir noktadan sonra hep sinirlenip onu terslemeye başlıyorum. ben biliyorum sebebini ama o bilmiyor ya, yok yere sudan sebeplerle sinirlendiğimi düşünüyor ya, taş o zaman çok daha ağır oluyor. halbuki ben böyle değildim, içimdekini dışarıya bu şekillerle yansıtacak insan değildim. ama sanırım normal olan böyle oluyor. evet, hala neyin normal neyin anormal olduğuna sıkça takılıyor kafam. yeni insanlar tanıdıkça hele, sanki daha da çok takılıyorum artık. bunun için de uygulayabildiğim tek yöntem olabildiğince evde oturmak. insan olduğum sürekli aklımda olunca hata yapmak kaçınılmaz oluyor. evde otururken unutabiliyorum. insanlığı unutmak değil bahsettiğim. biliyorum ki çoğunuz otobüste kitap okurken "ben insanım" diye düşünmüyor. ben düşünüyorum, bundan bahsediyorum. zaten kitabı da okur gibi gözükmeye çalışıyorum bunlar aklıma girdiğinde. bakmak ve görmek ne ise okumak ve anlamak da aynen öyle. ve bana evin yanında neler bulunduğunu sorsan uzunca düşünürüm. yalnızlığımı bilmediğim sürece görmek ve anlamak pek mümkün olmuyor benim için. ve bu durum evde oturdukça daha da kötüye gidiyor. haliyle. sahip olmayı istediğim miktarda bencilliğe sahibim artık, bu yüzden aslında çok da kafama takılan bir şey değil. yalnız bu bencillik gittikçe artacağa benziyor, işte buna bir çözüm bulmalı.

oyun oynuyorum yaklaşık 2,5 aydır. nasıl kudururdum zamanını oyuna harcadığını bildiğim insanlara. oluyormuş valla. hayattaki tek derdin savaş gücünü yükseltmek oluyor. arada bi kalkıp karnını doyuruyorsun, suyunu içiyorsun, hop yine oyunun başındasın. arada işte annene takılıyor aklın, hiçbir dert yokken tabii büyük bir derde dönüşüyor anne özlemi. sonra hatrına sığdırmak istemediğin diğer dertleri dürtüyor, ardı ardına dert sonra. halbuki oyunda ardı ardına ok atabildin mi dünya senin oluyor. insanlığımı da unutuyorum galiba. ama sahiden unutmuş olsam şimdi neden bunları yazayım ki? içten içe deliriyorum çünkü böyle olmasına. yapabileceğim en iyi şeyin saatlerimi bir online oyuna harcamak olmasına deliriyorum. ama öncesinden iyi sayılır yine. öncesinde de hiçbir şey yapamadığıma deliriyordum, şimdi en azından bok atacak bir oyunum var.

uyku düzenim 7-14 şu sıra. benim için daha yeni akşam oluyor. övgüyle bahsetmediğimi anlayabiliyorsun umarım? övüneceğim tek bi cümle yazmadım zira. -belki bu son yazdığım hariç.-

kötüyüm işte. sebebini soranlara söyleyecek bir sebebim yok ve bu, durumu hepsinden daha kötü kılıyor. kötü olduğumu bi bakışında fark edemiyorsan daha kötü ne olabilir ki? kandırıyorum seni, onu bile fark etmiyorsun. niye kandırıyorum acaba...

ocak ortası eskişehir'e gideceğim. gitmek ayrı zor, dönmek ayrı zor. ayrılmayı istemeyeceğin bir yere gitmek zor yani kısaca. ben alışmışım gelene gidene, o gelen giden ben olduğumda dünyanın ekseni 27 derece birden kayıyor. bana kayıyor tabii, sizin sorununuz yok. her yemeği yalnız yemenin çin işkencesinden ne farkı var? keşke her şey resimdeki 7 farktan ibaret olsa. o zaman böyle konuşamazdım.

sevgili dediğin bile yalnızlık kabuğunu kıramıyor bazen. bunu görmek çok şey değiştiriyor. dışarıdan kabuğu kırabilecek en yetkili kişi bu kabuğu kıramıyorsa içeriden müdahale şart. içeride kimse var mı? yokmuş, ben yalnızım burada.

birilerini mutlu kılmak, mutlu olma sebeplerim arasından çıkıp gitmiş. o son pastayı hiç yapmayacaktık. kırıla büküle deveden farkım kalmadığını düşünüyorum. ve sen bunu ilk bakışında hala fark edemiyorsun, ben daha ne diyeyim...

14 Aralık 2012 Cuma

gözlerin olsa ama görmesen. kulakların olsa ama işitmesen. ellerin olsa ama hissetmesen. varlığı yokluğu bir olmaz mıydı o zaman? hatta varlığı yokluğundan da kötü olmaz mıydı o zaman? bir sevdiğin olsa ama görmese, işitmese, hissetmese...

bazı zor zamanlar sığınmak içindir. sağlam bir sığınak bulduysan sağanak ne kadar sürerse sürsün, ıslanmayacaksın ki. ama oldu ki sığınak sana kapılarını açmadı. orada en ince detayına kadar bildiğin bir sığınak, sense sağanak yağışın altında eziş büzüş; yine de sığınmaya çalışıyorsun bir umut. düşün şimdi, orada bir sığınak olmasa mı daha iyi hissedecektin kendini, yoksa böylesi daha mı iyi?

umut olunca şans ikiye bölünür. umudun olmadığı yer daha somut değil midir? sığınacak bir duvarın yoksa gözlerini yağmura dikip cesaret toplamaktan başka çaren yoktur. korkun bitince sığınmak bir tercih olacak sadece. koşa koşa gitmeyeceksin sığınağa. ıslanmak seni artık acıtmıyor olacak. sığınağın haline acıyacaksın hatta, birilerini korurken kendisinin nasıl da ıslandığına acıyacaksın. paylaşmak için olacak sonra o zor zamanlar. sığınak halinden memnunsa kusura bakma ama seni hiç mi hiç anlamayacak. "burada sıcacık oturmak varken bu deli yağmurun orta yerinde ıslanmayı tercih ediyor" olacak. bir daha soruyorum, orada bir sığınak olmasa mı daha iyi hissedecektin kendini, yoksa böylesi daha mı iyi?

anlaşılamamaktan yana bir kaygım kalmadı artık. yeterince ıslandım, daha da ıslanabilirim; korkum kalmadı. yine de bir sığınak, yağmurun yağacağını anladığında kapı dışarı ediyorsa sizi... kendisinin nasıl ıslandığını tek görecek olan sizsiniz. bir sığınak olsa ama sığındırmasa. başlatmayın öyle sığınağa.

elimde bir balta. tepemde sağanak. hata yine aynı hata, balta hem elimde hem boynumda.

12 Kasım 2012 Pazartesi

ne zaman bitecek?

halbuki önceden sadece deja vu yaşardım. şimdi çığ gibi, engel olamıyorum. deja vu yaşıyorum ve deja vunun içinde de deja vu yaşadığımı anımsıyorum. birbirini kapsayan kümeler geliyor aklıma. muhakkak ki bir boş küme var, her kümenin içine girmeyi başarabilmiş. o an ne olmuştu? deliriyorum elbette.

yoksa başlayacak mı?

resim yaparken çocuk oluyorum. kafası bu kadar karışık bir çocuk olamaz ki. o maviler kar mı? hakkımda kimse iyi şeyler düşünmüyor.

peki ama ne zaman başlayacak?

bilincim beni her zaman yalnız yakalar. açık havada. sessizlikte. sıcağı sevmediğimi o da biliyor.

bitecekse var olan ne?

trafik ışıkları anlık güç verilerimi elime tutuşturur genellikle. yeşili beklemek hayat kurtarmıyor her zaman.

başlayacaksa eksik olan ne?

hayır efendim, istediğimiz sorudan başlayamayız.

ne var?

ne yok?

göremediğin bir şeyi göstermeye yeltensen... sadece inanç değil mi bu? göremediğin, gösteremediğin ama varlığına sunduğun sonsuz inanç değil mi? buralarda hep bir sorun var. çözüme ulaşmasını beklediğim bir sorun. "ne zaman bitecek?" diye başlamak neyi çözebilir ki? ve belli ki sorunun da ta kendisi. boş küme, her kümenin içine girmeyi başarabilmiş. bitmeyecek. görmezden gelirsen görünmeyecek. görmek istersen koca bir boşluk orada olacak. mavi karlar yağacak. yeni sönen yeşilden bir sonraki yeşile kadar bekletecek kaldırımın iki adım ucunda. o an ne olmuştu? bilincim kaydetmeyi unutmuş. iki avuç ceviz mi bütün bunların çözümü? yemişle alakası olmayan bir mevzuya bir de yemişi dahil etmek haksızlık değil mi yemişe? ama doğru, onun neden bir hakkı olsun ki. yorgan gidince kavga bitmeyebiliyor ama. şimdi ben "yorgan forever" yazsam, bitirsem burada? hakkımda iyi şeyler düşünemiyorum.

20 Ekim 2012 Cumartesi

- o da geliyormuş!
- tamam, şimdi sakin olmalısın. nabzını ben bile duyuyorum burdan.
- sakin mi olayım? sakin olamam ki. o da geliyormuş diyorum, nasıl sakin olabilirim!
- yanakların kızarmaya başladı bile.
- üff, evet. başım seni de döndürüyor mu?
- dizlerin de titretiyor beni.
- neden heyecanlanınca böyle oluyorum? engel olmanın bi yolu olmalı. yüzümü yıkasam en azından yanaklarım normale dönebilir.
- yine ısınmayacaklar mı?
- ama geliyormuş!
- bari karnını doyur.
- yemezsem daha çok denge sorunu yaşarım.
- ya bayılıp kalırsan yolun ortasında? ona koşarken hem de.
- yemeyeceğim! hem en azından koşar gibi görünmeyeceğim.
- yanakların geçmeyecek.
- heyecanım da geçmeyecek.
- o da bekliyor mu dersin seni, aynı heyecanla?
- aynı heyecanla? muhtemelen beklemiyor bile. yanakları kızaran bi benim.
- çikolata?
- onu bari yiyeyim, ver.
- yazık ediyorsun, biliyorsun dimi?
- ne önemi var ki? ne önemim olabilir hayatımın orta yerinde?
- yine de yazık ediyorsun. heyecanını görmeyecek bile.
- neden öyle diyorsun? belki görmeyecek, belki görebilecek, bilemem ama değmez mi onun için?
- sigara?
- ver allahın cezası, ver.
- çakmağı da nereye koyduysan bulup yakıver bi zahmet.
- neden üzmeye çalışıyorsun yine beni?
- üzmeye çalışmıyorum. sen akıllısın. ama bazen ben bile gösteremiyorum bunu sana.
- bi kere de aklım olmasa ne olur işin içinde? hem akıl mı ki doğruyu hissettiren?
- nabzın aklın sayesinde hızlanabiliyor. yanakların dolaylı yoldan aklına bağlı. dizlerin de. çikolata da seni yarı yolda bırakabilir.
- bırak çikolatayı şimdi. şu konuşmaya takılmak yerine düşüp kalsam daha iyi belki de.
- dolapta yumurta vardı.
- yemeyeceğim!
- yapma ama, seni düşündüğü bile yok. o da geliyormuş diye seviniyorsun. "o da geliyormuş" demek ki gelmeyebilirdi de.
- gelmeyebilirdi. bunu başından beri bilmiyor muyuz zaten? ama geliyormuş işte!
- ne olacak gelince peki? heyecanını sırtına yük yapıp eve dönmeyecek misin sonunda?
- bunu neden yapıyorsun ama? hissettiklerim bunlar. gayet insani değil mi bunlar? hem başka ne zaman heyecanlanıyorum ki? neden heyecanlanmayayım? her günün boşluğundayım. bugün de farklı olsun, ne var?
- evet, durduğun yer hep boşluk. ben de kızıyorum sana bir şeyler yapmadığın için. ama yazık ediyorsun işte. döneceğin yer yeni günün boşluğu.
- iki saatliğine de olsa o boşluktan çıkmak hakkım değil mi? hem bundan şikayet ediyorsun hem de oradan çıkmama izin bile vermiyorsun.
- yine astın suratını.
- umrum değilsin. o gelecek diyorum ve sen hala benimle uğraşıyorsun.
- gelecektir tabii. geç kalmasa bari.
- duymuyorum seni!
- hani? kulaklarını bile tıkamıyorsun.
- lanet olsun sana. o kadar küçük bir şeye seviniyorum ki şu anda... ama sen onun bile içine ediyorsun.
- haklısın.
- onun gelişine kim bu kadar sevinebilir orada? onu göreceği için başka kim heyecanlanır ki bu kadar?
- ne fark eder? görmeyecek seni.
- görüp görmemesi de umrum değil, anlıyor musun? hiçbir şey olmasa bile onu gördüğüm için mutlu olacağım.
- mutlu olacaksın? önümüzdeki kaç haftayı onu sayıklayarak geçireceksin acaba...
- üzülürüm de yeri geldiğinde görüşemediğimize. sonuçta o boşluktan ayağımı çıkarmış olacağım, anlıyor musun?
- ama yine döneceksin oraya? daha yalnız hissetmeyecek misin bu sefer hem?
- şu anda söylemek zorunda mısın bunları? ne var tadını çıkarabilsem şu dakikaların?
- yalnız olacaksın. daha yalnız. ve muhtemelen bir daha çıkmak da istemeyeceksin.
- gerekiyorsa öyle olacak, evet. bu ana neden engel olsun bu?
- yalnız kalmaya da geç kalacaksın. oysa şu an bu anı iptal etsen daha çabuk varırsın varacağın yere.
- sen susarsan vapura yetişeceğim.
- sen vapuru sevmezsin.
- allah allah?
- tabii. yine geçip alt katta oturacaksın. insanlardan rahatsız olacaksın. güneş gözüne girecek, bakamayacaksın. yanılıyor muyum?
- bu vapuru sevmiyorum mu demek oluyor?
- başka bir şey mi yapacaksın?
- ya tamam. evet, gidip alt katta oturup iki kat merdiven çıkmaya ikna edemediğim aklıma küfürler yağdıracağım. ama vapuru severim ben. ne bileyim, vapuru herkes sever. sadece bi gün onlar gibi hissetmek istiyorum kendimi vapurda.
- sevmiyorsun işte. insanların vapurda ne hissettiğini dahi bilmiyorsun.
- heyecanım buna takılmama engel olacak şimdi. başka sorun edeceğin bir şey var mı?
- ben mi sorun ediyorum?
- neyse ne işte. onu düşünmek istiyorum izninle.
- belki güzel bir şeyler olur.
- dimi? neyse, çok dilenmeyeceğim bu konuda. çok istediğim şeyler olmuyor genellikle.
- planlama da.
- evet, planlamamalıyım.
- ona bir şeyler söyleme cesaretini hiç gösteremeyeceksin dimi?
- ona bir şeyler hep söylüyorum ama evet, dediğin cesareti gösteremem. çünkü bu onu olmadığı birisi yapar. bir şey söylerim ve o bunu düşünmemişse bir şey söylemek zorunda kalır. onun bu söyleyeceklerinin asıl söylemek istedikleri olup olmadığını bilemem. ya da düşündüyse planlamış olur cevabını. ikisi de duymak istediğim şeyler değil.
- duymak istediğin sözler için yaşayacaksın hep dimi?
- evet... duymak istediğim sözlerin ne oldukları ağızdan çıkmadan bilinmiyor ama.
- nasıl oluyor o?
- okuduğun kitaptan bir paragraf beğenmek gibi. sayfalarca okumuşsundur ama o bir paragraf sana yetmiştir. o paragrafla karşılaşmayı beklemezsin ve okumadan da orada yazıp yazmadığını bilemezsin. bunun gibi.
- şaşırtmak mı gerekiyor illa?
- her şey şaşırtabilir, içerik önemli.
- hiç duydun mu ki böyle sözler?
- duyuyorum, evet. yersiz ama bir o kadar da yerine oturan laflar oluyor bunlar. döngüsel bir şey olduğuna inanıyorum.
- yanakların biraz soğudu.
- çok şükür. ama bacaklarım hala bana ait değil gibi.
- çok seviyorsun.
- seviyorum. sevmesini beklemiyorum. hem biraz karşılık verse her şey karışabilir, böyle iyi hissediyorum.
- belki çok güzel olur, neden öyle diyorsun?
- biliyorsun işte, umut taşımak istemiyorum. hem öyle çok güzel olsa bile aklımdan geçireceklerimi yaşayacağız diye bir kural yok. o yüzden onları düşünmek istemiyorum.
- yaşamayacaksınız diye de bir kural yok olduktan sonra.
- öyle ama yine de düşünmeyeceğim.
- ışıklardan geçmelisin.
- kıyamet senaryoları yazma lütfen bugün bana.
- tamam yazmayacağım ama ışıklardan geç.
- tamam.

adımlar, adımlar, adımlar... sesler duyulabilecek seviyede değil bundan sonra.

12 Ekim 2012 Cuma

- ekim iyidir. şubat soğuk. temmuzların allah belasını. bundan sonra hep kış olacak deseler hepinizi öperdim.

- vakti gecikmiş nescafe'mle saatin 8 olmasını bekliyorum. yoo, hiçbir şey olmayacak. ben sadece bekliyorum.

- benim şu an film seyrediyor olmam lazımdı. hatta şu an birini bitirmiş bir diğer filmi seyretmeye koyulmuş olabilirdim. son günlerde böyle. film seyretmekten mutfakta bizden olmayan canlılar türemeye başladı. bulaşık yıkamaya, çöp çıkarmaya vaktim yok. ne yapıyorum o kadar, hemen söylüyorum: film seyrediyorum. her zaman yapamam. yapabilirken yapıyorum işte. yapıyordum daha doğrusu. son olarak bi the lord of the rings ziyafeti verdim ki yine başa döndük bu 3 filmle. hep daha güzelini seyretmek istiyorum. malesef yine zirveye geldik ve şimdi atlama zamanı. olm güzel filmler yapın lan. valla. isterse 18 saatlik olsun, seyrederim.

- çöp çıkarmak da ne gereksiz iş. zaten şu kapıdan çıktığımda uzaylının dik alasına dönüşen bi insanım, bi de elinde böyle koca mavi bi poşet. bi de onu çöpe atıp geri eve dönüyorsun.

- yalnızlık acıtmıyor. acıtanlar getirileri. volume'u sona dayamış bağıra bağıra şarkıya eşlik ederken sorun yok ama telefon çaldığında ne tonda konuşacağını kestirememek kötü oluyor. zaten yalnızlık da bozuluyor o sırada. derviş bakkala da çok sinir oluyorum genellikle.

- enem, saat 8'i 5 geçiyor. şimdi muhtemelen saatin 3 olmasını bekleyeceğim. dedim ya, bir şey olmayacak. sadece bekliyorum.

- kulaklarımdan iyilik akıyor bazen. bazen mi? genelde. genelde? ya tamam, hep böyle aslında. sadece bazen tutmasaydım düşüyordun diyip geri tıkıyorum kulaklarıma. yapmasam başıma olmadık şeyler geliyor sonra, kızma. kulaklarından iyilik akanları tanıyabiliyorum ama kulaklarından iyilik akacağına inandıklarıma engel olamıyorum sonuçta. neye inanabilirim ki başka. bu dünya iyilikten de yıkılabilir ki bu bence düşünülmüş sonların en mantıklısı. ama biz başka bir ülkeye uçmak istediğimizde pasaporta ihtiyaç duyuyoruz hala. iyilikten yıkılacak bir dünya. fantastik olması inancımı daha güçlü kılıyor.

- kışın bir kitap yazmaya karar vermiştim. vazgeçmiş değilim. uğraşmıyor olabilirim, sebeplerim var. düşünmek uğraştan sayılmıyor diye bir açıklama getirmek istedim. çakmak ve kibrit arasındaki 1001 gece masallarını yazmayacağım sonuçta. daha net rüyalar görmeliyim.

- oldum olası safça inanmışımdır şuna: şimdi aklımdan bir şey geçti, bir şeyler anımsadım ama gerçekten içten duygularım. duygunun sahibi bunu hissedecek. ben altı yaşımdan beri buna inanıyorum lan! yıllar geçtikçe koşullar ekledim bir de buna. hissetmek istemeyen adama zorla hissettiremezsin ya, onun da duygularının içten olması gerekiyor. yani hissetmek isterse şayet, çok net şekilde anlayabilecek. evet, koşullar dedim ama bu kadar, tek koşul. odaklandığın yerde her şey çok güzel çünkü. iyilik kusabiliyorsun o zaman, ek olarak. evet, kusmak ve iyilik, aynı cümlede.

- tank oynardık el kadarken. o stage 1 yazısından 5 saniye sonraya kadar karıncalanan çizgiyi etrafımda hissedebiliyorum. tank'ta 5 saniye uzun bir süre, atlamamak lazım.

- kendimi kaybolurken buldum. sevimli bi dede kulağımı çekerken. "senin burada ne işin var, evine dön haydi" derken. dedenin hastalığı, hatırlayabileceği en uzun sürenin 2 dakika olması. ben artık oradayım. dede bırakmıyor.

9 Ekim 2012 Salı

oturup konuşsak bir seri katile bile hak verebilecek insanım. ben şimdi iyi bir şey mi söyledim, kötü bir şey mi söyledim?

iyilik nedir? iyilik belki de öldürmektir, onlarcasını hem de. bunu bilebilir miyiz dersin? "yo hayır, iyilik öldürmek olamaz." bilemezsin, sadece kabul edebilirsin.

seri katil demiştik. bir seri katille oturup konuşsak. bir kere önyargını olabildiğince uzakta tutman gerekiyor. ya da bilme, bu seri katil hakkında hiçbir şey bilme, sadece yeni tanıştığın insan gözüyle bir bak. şayet seni oracıkta öldürmezse kanın ısınacak bu insana. belki kanın ısınınca öldürür, bunu da bilemezsin. çünkü katil yok şu an karşında, bir insana bakıyorsun. şimdi diyeceksin ki adam katil, sana niye öldürdüklerini anlatsın. siz hep varsayım yapıyorsunuz ama yönlerimiz genelde farklı oluyor. diyelim bir seri katille masada oturuyorum ve duyduğum korkudan dolayı elim telefona gidiyor. kim benden orada oturup sohbet etmemi isteyebilir ki? "ya seni de öldürürse? kaç oradan!" bakın, varsaydınız: "ya seni de öldürürse?" ben de diyorum ki yeni tanıştığım birisiyle masamı paylaşıyorum. şu an herhangi bir korku duymuyorum. havanın griliğinden konu açılıyor, ben de konuşuyorum. zor bir gün olduğundan bahsediyor. ya da çok güzel bir güne uyandığını söylüyor. ya da günün sıradanlığından bahsediyor. ya da ... bakışlarımla sorumu yöneltiyorum. belki anlatacak, belki hiç konuya girmeyecek bile. ya da dur, unut hepsini. seri katili tutuklamışlar ve sorgu görevi sende. bu sefer önyargı seri katilde. bu adamın dilinden bir kez olsun içtence "dayanamıyorum. dayanamıyordum." lafı çıksa ne yapacaksın? ya da öldürme işini araba sürmek kadar sıradan bir şey olarak gördüğünü anlasan? bundan zevk aldığını söylese hatta? ne yapacaksın? ne yapabilirsin? "ama o en az 11 kişiyi öldürdü." niye öldürdü? sen hiçbir şey bilemezsin.

daha önce buralarda bir yerde bahsetmiştim bundan; olacak olaylara sebep olan etkenler vardır ve bunlar genellikle umursanmaz olay gerçekleştikten sonra. özellikle de psikolojik etkenler. başka bir şey demek zorunda hissetmiyorum kendimi.

"öldürmek iyilik olamaz." bunu azınlığımız kabul etmiş olsaydı şu an dünya üzerinde kimse yaşamıyor olurdu belki de. inan ki kimi insanların bunda karar kılabilecek bir iradesi dahi yok. bu senin hatan mı? onun hatası mı? kader mi, yazgı mı? ne dersen de, bunu görüp de anlama taraftarı olmayacaksın hiçbir zaman. o bir katil olacak. 11 kişiyi bu dünyadan yok yere ayırmış olacak. gerisi umrun olmayacak, buna eminim. "ölsün. gebersin pislik." demeyecek misin bunu?

ertesi gün gözlerin mutsuz açılıyor. niye? dün gece yapmaman gereken bir şey yaptın. ne yaptın? sözünü tutmadın ve belli bir süre sonra başına işler açılacak. bunun kaygısını taşıyacaksın bütün gün, bir şey olana kadar. eminim katilin de senden bir farkı yoktu. hatta belki de sözünün eriydi. "sus şimdi, bana katilden bahsetme." demeyecek misin?

adalet bizimle birlikte var olsaydı bugün adalet diye bir kavramımız olmazdı muhtemelen. adaleti sağlayacağını söyleyen herhangi bir varlığa güvenemem. adalet dediğin kişisel bir konu. bir topluluğun üzerinde adaleti sağlayacaksan görmezden gelmek zorundasın. e tabii bu da haliyle adaletli bir davranış olmayacak, kendi kendini çürüteceksin. ve bazen adalet dediğin yok yere öldürmek olabilir, buna asla bir şey diyemezsin.

"e peki ne yapacağız?" bilmiyorum ne yapacağız. bu cevapla beni öldürebilirsiniz, şüphem yok. ama malesef bilmiyorum. düşüncelerimize giren hastalıklara sunulmuş bir ilaç yok. bu hastalıklar ki 11 kişiyi öldürtebilir sualsizce. bu hastalıklar ki "ölsün. gebersin pislik." dedirtebilir. bu hastalıklar ki bütün bu paragrafları yazdırtabilir. bilmiyorum ne yapacağız.

11 kişiye üzülmeyecek miyiz? desen ki "yarın buraya gelmeyi düşünüyordu." üzülmeyecek miyim? hak vermeyecek miyim öfkene? katılmayacak mıyım? aynı şeylere ortak olacağım, kuşkun olmasın. ama seni tanıdığım için senden yana da olmayacağım. bu benim insanlığımı bozmadı şimdiye kadar, kimsenin insanlığını bozmayacağına da inanıyorum. yolunda gitmeyen şeyler var sadece. kimileri ne olduğunu asla göremeyecek şekilde doğuyorsa kader dediğiniz mi oluyor bu? peki ne yapabilirsiniz? eminim "yapacak bir şey yok." diyecekler çoğunlukta olacak ama daha insaflı yaklaşıyorum: bilmiyorum ne yapacağız.

5 Ekim 2012 Cuma

bir gelgit olur ve hayatın değişir. bildiğin gelgit, suların çekilmesi ve yükselmesi. evet, aslında hayatının değiştiği falan da yoktur, bundan öncesi de değişimlerle dolu değil miydi zaten? yani hayat dediğin değişimi beraberinde getiriyor. bir varmış, bir yokmuş.

hiç olmamış gibi davranmakla geçip gitmiş gibi davranmak arasında fark vardır. bunlardan birisi hayli üzerken, diğeri sanki gerçekten hiç olmamış gibi, bir his de yaratmaz. bu sanırım ayrılıkların bir tarafı daha fazla yıpratmasına kadar varıyor. her yatağa girişinde yeni bir güne uyanırsın. bunu bilirsin, bunu değiştiremezsin. işte o anlardan birinde ay suları kendine doğru çeker ve sana sahiden yeni bir gün hazırlar. birileri hiç olmamışsın gibi davranma kararı almıştır. hiç olmamışsın ve belki hiç de olmayacaksın. yeni gün bu, biraz eksik başlayacak.

duvara konuşsan, seni duymadığı için suçlayamazsın onu. karşında iki kulaklı bir canlı olunca... sen yoksun. en azından o an, herhangi bir varlığa sahip değilsin. hiç olmamışsın. ki bu canlının iki gözü, iki eli, bir de ağzı varken üstelik. yeni gün onun için de biraz eksik başlayacak. zira duyularını kaybetmiştir.

bu şekilde kaybettiğim insanların sayısı çok diyemem, zaten kazandığımı düşündüğüm kaç insan var. ama sevince bu çok başka oluyor. o sayıca 1 olan insan 15'le çarpılabiliniyor. 15 kişi bir olup aynı gün hayatından gitmiş gibi hisler bırakıyor içinde. emin ol ki kazandığımı düşündüğüm 15 insan dahi sayamam. ama gidiyorlar, aynı an içinde. duvar olmayan ama duvardan da farkı kalmayan şeylere dönüşüyorlar. işin kötüsü de o ya, sevgini bir anda çekemiyorsun. onun için haklı sebepler dahi bulsan, sevmekten vazgeçmeyebiliyorsun. ömrümün geri kalanında yerim olmayan bir yerde yaşayacağım. hiç var edilmediğim bir yerde.

en azından o sorgu anının gerçek olmasını isterim ve o tanrı karşısında saklayabileceğimiz şeyler olsa, ağzımı açmadan başımı eğer geçerim. nasılsa orada olacaklar, görebileceğim. ondan sonra gönül rahatlığıyla cehennemde yanabilirim, sorun değil.

insan nefretimin yanında nedense böyle de bir sevgi var içimde. genele nefret ama öznelleştikçe sevgi. öznelliği kimseyi insanlığından çıkarmıyor, bir melek yapmıyor. bundan sonra aynı yerde dahi bulunamayacağın bu insanlar bir gün ölecek, düşünebiliyor musun? alt tarafı birkaç yılını geçirdiğin ama elinden gelse ömründen verebileceğin insanlar bir gün ölecek. varlığına müsamaha gösterebilecekleri kaç yıl sonsuzluktan uzun olabilir ki? ay oldu, yıl oldu, yıllar oldu bu insanlar gideli. en az 15 kişi. yüreğimdeki sızısı hiç geçmeyecek olmasına rağmen hala iyiliğinizi diliyor olabilmek nedendir bilmiyorum. kin tutmayı öğrenmeliyim sanırım biraz da. yoksa sizin bu sızıya çare olacağınız yok. kayıplar kazançların yanında dev gibi kalıyor bazen. kaybetmek kısmen elinde, gerisine bu sızıyı hissetmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok.

28 Eylül 2012 Cuma

- bir meyveyemez olarak hayatımın meyvesini buldum: hünnap

- koltuklar başka yerde oturmayalım diye yapılmış eşyalardır. büyük kayıp. kapı eşiklerinin hastasıyım oturma konusunda. sigara içmek ve düşünmek için ideal yerler. kapı eşiğine oturursan iftiraya uğrarmışsın gerçi, annem öyle der. "başkaları günaha girer, daha iyi" derim ben de ona cevaben. kapı eşiğiyle hayatın akışı arasında bir bağ var yani, düşün. ayrıca başkalarının günahını hesaptan bana yazılan başka günahlar var. yalnızken böyle şeyler olmuyor. kapı eşiği, sigara, düşünceler, düşüncelerde olaylar. olaylar olaylar sonra. bu kadar.

- ileride alzheimer olursam dünyanın en çekilmez kadını olma potansiyelini taşıyorum. değişiklik 1500 kilo falan. bırak taşımayı, kaldıramıyorum bile.

- "nasıl geçecek bu hayat x'cim" diyorum arada anneme. terlik fırlatmak ister gibi bakıyor yüzüme. "anlıyor musun sanki nasıl geçtiğini, her gün yıl sayıyoruz" diyor. "anlamamak daha kötü değil mi" diyorum, konu orada kapanıyor. terlik her şekilde fırlıyor yani benim kafaya. air terlik.

- ne zaman dönüp bi baksam "hayatımın en boş dönemi" diye bir işaret koyuyorum. hayatımın en dolu döneminin bile bu etikete sahip olması düşündürüyor. karamsarlığa olan meyil olmuş 90 derece.

- bugün başbakan öldürülmüyorsa tamamen insaniyetimizden. hitap ettiği kesim biz olsaydık ve benim içimdeki bu nefret, şu an hitap edilen kesimin içinde sadece bir kişide dahi olsa, başbakanın direkt katiliydi.

- öfkemi kaybetsem başka hiçbir şeyim yok.

- çoğu şeye çözümü gülümsemekte buldum. olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol vs. saçmalık. kendini gören sen değilsin ki. görünen nasıl bir şey, nereden bileceksin? olduğun belirli bir hal mi var ki? gülümse geç, çok kolay. anlayacak insan her şekilde anlıyor neden gülümseyip geçtiğini. anlamayanlarca da hayat dolu bir insan olup çıkıyorsun. olduğumu göremeyen, görünüşümü olduğuma yoran varsa ben bir şey diyemem, gülümseyip geçerim. çok hayat doluyum.

- sigaraya başlamamış olsaydım hala çay içmiyor olurdum. böyle de çok içtiğimi söyleyemem zaten. nasıl 7/24 içilebildiğine şaşırıyorum. çay içmeyin, kahve için. mesajımı da verdim, gidebilirim.

19 Eylül 2012 Çarşamba

fare zamanı

içimdeki fare. esasen kimyanın kendisi. birkaç fizik parçası. ve tam olarak da biyoloji. fareler içimizde yaşamaya karar verdiklerinde ortalık karışıyor.

fare aç.
fare dikkatli.
fare tedirgin.
fare keyfime kahya.
fare dakik.

fare acıkır.
dikkat, farenin olmazsa olmazı.
fare ölmek istemiyor.
fare, öldürmek istiyor. yemek istiyor. gönül rahatlığıyla uyumak istiyor.
fare ne zaman nerede olacağını çok iyi biliyor.

ve geliyor. tam zamanı. fare zamanı.

dişlerini geçiriyor bir parçaya, kemirişler başlıyor. "hayır fare, ayakkabılarımı kemiremezsin. çıkıp gitmelisin. ve bu süpürge birazdan kafana inmeyi hedefliyor." ama fare dikkatli; fark ediyor, kaçıyor. ve fare artık tedirgin; tırmanmak, yüzeyde olmak istiyor. "ah, uzanamayacağım kadar yukarıdasın artık ve beni tedirgin ediyorsun." fare bir süre sessiz, ortalığın yatışmasını bekliyor. ne zaman ki zehirli bir dilim peynirle karşılaşmayacağını anlıyor, işte o zaman, fare zamanı. tedirginlik uçucudur. farenin en iyi bildiği şey belki de. tedirginlik bir insana aitse, uçucudur. zaten çoğu da yersizdir. ama fare bu konuda usta. yersiz tedirginlikler farenin en büyük alayı, eğlencesi. hayır fare, eminim ki o şapkayı da kemiremezsin ama seni bir gören yoksa neden aç karnını doyurmayasın? şapkanın içi tam senlik. fareyi duyan yok. ve şimdi, fare bir kimyasal.

-kemirmeler-

saklan fare! birileri geliyor.
şapkanın ortası delik. şapka kalkıyor yavaşça. fare haylaz gözüküyor. ama fare aç. belki de artık tok. kesin olan, fare artık tedirgin.

fare ev sahibini deliye çevirmiş. kimi zaman dikilmiş, lıkır lıkır serotonin içmiş. kimi zaman dopamini fazla kaçırmış, kusmuş içindekini. kimi zaman uyumuş, düzeni getirmiş. ne fark eder, düzen daimi olmadıktan sonra. sahip delirmiş. 

fare yaşlanmaya başlamış ama bu farenin acıkmasına engel değil. yaşlı fare yine karnını doyurmak istemiş.

-kemirmeler-

sahip tedirgin.

ölmüş fare kuytu bir köşede. sahip hala tedirgin. 

fare dakik. nereye saklandığını arayan sahibinin tam önünde! leşiyle. sahip hala tedirgin.

fare bir düzen getirmiş çoktan, sözlük anlamıyla alakası olmayan bir düzen. düzensizliğin ta kendisi hatta. düzensizlik düzen oluvermiş. sahip delirmişti çoktan, anlayamazdı. fare öldükten sonra dikkat kesilmiş sahip, her an her yeri kontrol eder olmuş, orada bir fare olduğunu sanar olmuş hep. fare ölmüş. sahip hala tedirgin.

fare keyfime kahya.

ölmüşsün fare, leşini gördüm. tıkırtılarını herkes duyabiliyordu. seni suçlu buluyorlardı fare. ama öldün, şimdi suçlu benim. kavram kargaşası yaşayan benim. paranoya yapan benim. kontrol delisi kesilen benim. ben tedirginim fare. sanırım sen esas şimdi varsın.

-...-

13 Eylül 2012 Perşembe

- içmek, içmek ve içmek istiyorum. kusmak istemiyorum. en azından hatırlamak istemiyorum.

- doğumgünü memnuniyetsizliğinin adı batsın. o kadar uzun isim verilir mi o hisse. zaten hiçbir zaman istediğin gibi geçmeyecek bir gün, üzerine bir de şapşal şapşal gülümsüyorsun ya, sanki her şey istediğin gibiymiş gibi, kafada dönen "ne üzülecem lan, en azından içecek param var", kendini kandırmalar falan... hastayım senin o hallerine. hele "dünden ne farkı var allaşkına" triplerin... için içini yiyor ağzın kulaklarına yol alır gibi yaparken. başkası bilmiyorsa da ben biliyorum, ne gereği var ben bildikten sonra?

- beynimizin %10'unu kullanıyoruz söylentisi bugün kanıtlansa çok sevinirim. düşünsene bi de hepsini birden kullandığımızı? bu aptallığı taşıyamazdım. en azından kalan %90'a güvenebiliyorsun böyle olursa. buradaki beyin neyi ifade ediyor, bunu anlamayanlarımızdan çok var buralarda. sen anladın, aferin.

- he lan, 23 olucam yarın öbür gün. gerginim. gürgenim benim.

- bir şeye karar veriyorum tamam mı, bu böyle olacak diyorum ve başlıyorum düşünmeye. ben kararı devreye sokacak zamana gelene kadar her şey bitiyor. kafada bitince her yerde bitiyor. o öyle oldu. onu öyle yaptım. sonuçlarını aldım. ve bitti. kafada kurmak çok kolay. neden o zamanı bekleyeyim? bu yüzden çok yoğunum. dolu bir geçmişim, boş bir geleceğim var. astronotum. ressamım. tesisatçıyım. menejerim. yazarım. newton'ın sarkacıyım. amerika'yım olm ben! daha ne olabilirim, sıkıldım artık. gelecek boş gelecek o yüzden.

- he lan, yirmi üç. yazıyla.

- inançlı insanlara acayip özenir oldum şu sıra. mantığın kabul etmiyor ama onu bile inandığın şeyin bir parçası sayıyorsun. acayip bi güç olmalı oralarda. benim mantığım perdeyi de kabul etmiyor işin kötüsü. perdeye inanmıyorsunuz inşallah?

- 23. sayıyla mı verdin ya rab? rab dediğin kornişin bi parçası. yukarı bakınca acayip inançlı görünüyorsun, öyle deme. 23 dediğinde kimse inançlı görmüyor yoksa. görmese belki daha iyi, görüyor pipetler. sen onlara allah'ın sevgili bi kulusun her zaman. inanç totalden geliyormuş gibi davranıyor pis içi temizler. daha annem olsa şurada, "şeytana uyma" derdi. şeytanın kornişte yeri bile yok. kornişliğinin sadece %10'unu kullanabiliyor o, o da rab. geri kalanı perdeyi taşıyor. bakma sen yine de konuştuğuma. benim inanmam için bilmem gerekiyor. şayet bu hissimi benden alacak olsalar hemen şimdi kurtulmak isterdim. kurtulur ve secde ederdim.

- hayatta cidden tek isteğim yemyeşil bir yerde perende ata ata gezmek sanıyorum. bu yüzden denemeye bile kalkışmayacağım. kolumu kırarım. eminim. sonra istek de kalmayacak hem. bak yine kurdum kafada ve istek kalmadı. kol iki yerinden kırık, alçıda şu an. ama yok işte, bu istek başka, kafada kurmakla giderilmiyor.

- küçükken kendi kendime süpermencilik oynardım. hayır, pelerinsizce. arkadaşlarımı korkutmalarına izin verirdim gece vakti. zaten onlar da korkmak istedikleri için dinlerlerdi o hikayeleri. neyse, bi abla anlatırdı saçma sapan şeyler ve korkarlardı. eve gitme vakti geldiğinde hepsini evlerine götürürdüm. birisi bizim apartmanda bi üst katta oturuyordu. bi kat merdiveni yalnız çıkamayacak kadar korktuğu için onu da evine bırakır öyle gelirdim eve. bi gün ne yaptığına anlam veremediğimiz bi adam sokakta dolaşmaya başladı, bize bi zarar getireceğini ben de anlayabilmiştim. 11 o zamanlar için geç bi saatti. köşe başında oturup konuşurduk her gece. işte yine o gecelerden birisi. korktuklarını söylediler. ben de korkuyordum, korkmuyor değildim ama üzerine gitmeyi seviyordum, bundan haz duyuyordum. neyse. korktuğumuzu belli edince adamın duyduğu hazzı da tahmin edebiliyordum. birden ayağa kalktım ve "köşeye ilk varan kazanır" dedim. ben ayağa kalkarken kalkıyordu zaten onlar da ayrılmak istemediklerinden dolayı. önümden koşmalarına izin vermiştim. bi süre başka bi sokakta oyalanıp döndük. adam artık yoktu. koşarken duyduğum "kurtardın kızım bizi" lafı nedense aklımda önemli bir yerde duruyor o günden beri. sanırım gerçekten kurtarmıştım, unutmama sebebim bu olabilir. korktuğunda aklını unutmamalısın. aklımı aldın diyorsun ama kimse senin aklını almıyor, emin ol. akıllı olduğuna inandıracak kadar güzel çalışıyor o sırada. 23 de büyük bir yaştı tabii o zamanlar.

- kestane gürgen palamut şarkısı çok hüzünlü gelirdi. nasıl heyecanla okunduğuna anlam veremezdim. şimdi de farklı değil. üç koca yalnız; kestane, gürgen ve palamut. altı yaprak, üstü bulut olsa ne olur.

- the man from earth'ten bir soru var bir de aklımda. "could you love me?" bu soruyu sorabileceğin yer sınırlıdır. diyeceksin ki filmdeki diğer soruları sık sorabiliyor musun sanki, ama bu başka. buna da ne diyeceğini biliyorum. neyse, başka bir şey konuşsak daha iyi galiba.

- 24 yaşımda bir trafik kazasında ölecektim. sonumu böyle yazmıştı hayali ve bir hayli fazla olan bir arkadaş. trafik kazasında ölebilecek son insanlardandım o zamanlar. şimdi yaş 23 olacakken, evet, trafik kazasında ölebilirim. benim bu kayıplarımı pek kimse anlamayacak. dikkatini kaybediyorsun, becerini kaybediyorsun. süpermenliğini bile kaybediyorsun. bunlar senin elinde derdim hep kendime. o yüzden acıtıyor beni. ama dur, daha marduk gelecek.

- bu gece üşümeyeceğim, söz. şimdi ayaklarım üşüyor ama uyurken önlemimi alacağım. söz.

- yakınmak genlerimizde var?

- 23 şu renkte bir yaş bana kalırsa: link
ben onu mora boyayayım izninle. sabahın 5'inde, evet.

11 Eylül 2012 Salı

pirinçli başlık

durduğu yerde duramamak, kabına sığamamak, vs. heyecanı çağrıştırıyor değil mi? malesef huzurun kaçıp gittiği bir yerden bu görüntüler. "az insan, çok huzur." yazılı kapak resmi kullanıp da 453 arkadaşı olan bir facebook insanı gördüm dün gece. zavallı, ne kadar da huzursuz olmalı. 453 pirinci olsa bu kadar huzursuz olmazdı tahminimce. bilmiyorum neden, sayının azlığı veya çokluğu devreye girdi mi benim aklım pirinç ve pilavdan ibaret. 453 insandan bir tabak pilav da çıkmaz ayrıca. pirinci seviyorum. sevdiğim her ne varsa onlardan uzak durmak da birinci kuralım oluyor sanırım. bilmiyorum neden. biliyorum neden. pirinçleri pilav yaparsan her türlü kaybedersin. pirinç anlam kazanır ama bundan sonra ortalıkta pirincin lafı dahi geçmez, pilav vardır artık. pilavı yiyerek biterebilirsin, yemesen bozulup gider, her şekilde pilav da yok olur. e ama ben pirinci seviyordum? sevgi tahminimce pilav yapmak değildir. yaptığın pilavı keyifle yemek? hiç değildir. pirinci uzun süre saklayabilirsin. sonra böcekler gelir ve pirinçlerin içine eder. ben bu görüntüden hoşlanıyorum. sonra elin tiksinerek o pirinç kabına gider. pirinç kabı olduğunca çöpe doğru yol alır. mutfaktaki çöp bir başka çöpün yolunu tutar ve o da başka bir çöpün yolunu. nereye gittiğini dahi bilmezsin böceklerin ve içine ettikleri pirinçlerin. yediğin pilavın nereye vardığı konusunda bir açıklama yapmama gerek yok sanıyorum? hem pilav değil şimdi konumuz, pirinç. şayet pirinç yok olmak istiyorsa bırak kendi istediği zamanda yok olsun. yani tabii sen pirinci seviyorsan. ve bırak, üzerine iki kamyon laf yağdıracağın böcekler olsun. tesadüfler konusunda evren acayip bir güce sahip; her şeyi üst üste sıralaması, bir şeyi çekti mi diğer her şeyi de çekip gitmesi gibi. söz konusu pirinç olacaksa evrenin en sevdiğim özelliği de bu. deli gibi acıkmış vaziyette eve gelirsin ve o da ne, sevdiğin pirinçlerden başka bir şey yok evde. pilav fikri dönenir durur kafada saatlerce. sonunda resti çeker ve pilav yapmaya karar verirsin. sevdiğin pirinçlerden! ama böcekler gelmiştir. pirinçler böcekleri getirmiştir. evde artık yiyecek hiçbir şey yoktur, daha rahat edersin. bir nevi "dönerse senindir" düşüncesi. ama dikkatini çekerim ki burada her şey kendi kendine oluyor. sen pirinci seviyorsun, o pilav olmak istiyor, ama sen pirinci seviyorsun ve böcekler var ediliyor. sen pirinçlerden bi güzel pilav yapıyorsun, keyifle yiyorsun, üzerine bardak suyunu da içip bir sigara yakıyorsun. pirinç amacına ulaştı. ya sen? sana kalırsa sen de amacına ulaştın. yalnız böcekler bir gün seni bulacak, bundan da şüphen olmasın. kusura bakma, evren böyle. evrenin gücü bu yönde. pirinçlerin yararı var bir şekilde. ve insan pirinç olduğu zaman pilava dönüşüp karın doyurmak istiyor sanırım. ben böyle algılamıyorum. pirinç olsam, pirinç olarak bırakacak sahiplerim olsun isterdim. pilav yapacaklarını hissettiğim vakit böcekleri var ederdim. insanlığım da pirinçliğim de böyle benim. seviyorsan teklifler yağdırmak zorunda değilsin. pilava çevirip iki dakikada tüketmek zorunda değilsin. evren zaten bu yönde güçlü. bu şeffaf, saçma sapan boğumları olan pirinç kabında teklifleri evren yapar, pilav sadece ama sadece senin seçimin.
aklım pirinçten ibaret.

4 Eylül 2012 Salı

akıl azalır ve biter.

yeşil masa lambasını seviyorum. telefonumu seviyorum. bu masanın dağınıklığını seviyorum. küllük geçen günkünden daha iyi; en azından şeffaf, içini görebiliyorum. saymadıklarım bir şey ifade etmiyor. kalem koyacak yeri kalmamış kalemlik, birkaç yüzük, fatura yığını, kağıtlar, metre, koli bandı, yeşil yumak, takvim, 50 kuruş, aseton, kablolar, bileklikler, iki küçük poşet, piller, fırça, anahtarlarım, çakmak, iki paket sigara, pamuk, boncuk paketleri... dünya bu masa kadar. varsa yoksa yeşil bir masa lambası. telefonumu bunlara dahil etmiyorum; biliyorsun, o sahiplendiğim bir şey. yeşil masa lambası ve dağınıklık. ve kıyaslar. dünya bu kadar. gerisi bir şey ifade etmiyor.

çocukken güzelliği anlayamazsın. kavrayamazsın. güzeldir, ama öyle olması gerekmez midir zaten? çok güzeldir, geçip gitmiş demektir. akıl çocukluktadır. çocukken aklı anlayamazsın. kavramayazsın. her şey yeşil masa lambasıdır. sonra biraz dağılır ortalık ve kıyaslar başlar. aklı kavramışsındır, çocukluk geçip gitmiş demektir. şüphe duymadığın şeyler seni rahatsız etmez. farkında olmadığın şeyler için şüphe duymazsın. belki biraz farkında olmayışın şüphelendirebilir. ne fark eder, geçip gitmiştir o zaman. akıl çocukta şüphe uyandırmaz. güzellik çocukta şüphe uyandırmaz.

zevk ne büyük kelime. tat. his. ne olursa olsun, koluna baltayı vurduklarında canın acır. inan ki koluna ve baltaya bakakalmak büyük bir acı. çığlık atmak bir tepkidir, peki ya bakakalmak? hayatta en yoğun hissim hissizliğim. kaybettiklerime de üzüldüm, kazandıklarıma da sevindim, çeşitli şeyler hep hissediyorum ama bu hissizlik hissi... yeşil masa lambası... bu masada olmasaydı şayet, hiç de umrum olmazdı. bu durumda masadaki varlığı da umrumda sayılmaz. dünya bu masa kadar. seni tanımasaydım şayet, umrum olmazdın. bu durumda hayatımdaki varlığın da umrumda sayılmaz. eğer senin bakış açına uyamıyorsam; üzgünüm, bu benim en yoğun hissim. eğer bakış açına uyamıyorsam, üzüntüyü hissedebilirsin. bana bırakırsan, üzgün değilim. bazı şeyler kelimedir sadece, sizin için konuşuyorum. bazen her şey kelime oluyor, kendim için konuşuyorum. sizin yüzünüzdendir ki hissizliğim hislerimi doğuruyor. öfke duyuyorum, üzüntü duyuyorum, acıyorum... tüm bu hisler hissizliğime. rutine binmiş hayatların gözlerinde parıltı görüyorum bazen. kim bilir ne için. ama var mı, var. orada his var. orada alınan tat var. orada duyulan zevk var. anlam aramak öyle bir hastalık ki bazen insanların gözlerini parıl parıl yapıyor. anlam arıyorsan bulabilirsin de, bu sorun değil. sorun olan anlamı bulamamak da değil, anlamı aramak. hiç dedin mi kendine, "niye anlam arıyorum" diye? anlam aramakta bile anlam arıyorsun. saçlarını yolduruyor belki, belki çaresiz kılıyor, belki ağlatıyor. farkına varamayacağın kadar zavallı kılıyor seni. bu ölümcül bir hastalık. aklın yetmiyor, değil mi? yetse her şeyin bir anlamı olurdu. akıl, azalır ve biter.

her yaştan insanlar görünüyor, çocuklar da var aralarında. bu bazen kabus gibi görünüyor. uyanıkken uyanamazsın, kabus devam ediyor. ben devam edemeyeceğimi biliyorum, devam edemeyeceğimi kabulleniyorum. bu yüzden de devam etmiyormuşum gibi algılıyorum. arada aynaya bakıyorum, değişik görünüyorum her seferinde. algım gerçeğe karşı oynuyor. bu oyuna da devam edemeyeceğimi biliyorum. hissetseydim, buna bir son verebilirdim ki zamanında sonlandırmaya da çalışmıştım. artık hissedemediğim için, devam ediyor olmak umrumda değil. sonlar sizi üzüyor. bende bulunmasa da sizdeki hislere önem veriyorum. üzmek insanı kötü kılıyor. hissizliğim kötü ama beni kötü bilmenizi istemem. elimde olsa tüm hislerinize ortak olmak isterdim çünkü. şimdilik sadece umrumda değil.

31 Ağustos 2012 Cuma

- sırtlanları seyrederken hayattan soğuyorum. eşzamanlı olarak nasıl oluyorsa daha da özgür kılıyorlar. aynı hızla yine ısınıyorum.

- "bir eşyaya dönüşeceksin, seç" deseler kalitelisinden bi 5+1 olmak isterdim. he bi de eşyaya dönüşücez yani, düşün. bazen garip garip şeyler istiyor bunlar, şaşkınlıktan bi de vereceğimiz cevabı düşünüyoruz ha.

- acayip resimler var kafamda. fikirleri ilginç. ama benim bunları kağıda dökecek kadar becerim yok. napıcaz?

- göte giren şemsiye açılmazmış. herhalde o kadar çaresiz kalmışlar ki şemsiyeyi açma konusunda, bari burda deneyelim demişler. şayet öyle değilse bile adamın biri "göte şemsiye girse açılmaz ha" diye düşünmüş. biz de bu adamlara güvenip laf ediyoruz. pilava kafa, göte şemsiye sokulmaz kardeşim. abicim. atam. heh, anlaşalım bu konuda. hem batar yani şeyleri. bak görüyor musun bi an ben de düşündüm. neye çevirdiniz lan bizi.

- screaming ne zor kelime cümle arasında.

- şili'deyim. haftanın 2 günü sabah 9'da sırt çantamla yola koyuluyorum. arabam çok güzel. zirveye çıkmak için dönenirken basınç varlığını kulaklarımda hissettiriyor. gözlemevine gidiyorum tabii ki. indiğimde geldiğim yerlere bakıp derin ve mutlu nefesler alıyorum, ellerim montun cebinde oluyor. sonra girişe doğru yürüyorum. yolda muhakkak birileriyle karşılaşıp günaydınlaşıyoruz. kalan 5 gün ise serbest, tercihen geceleri de gözlemevinde geçiriyorum. bembeyaz bir köpeğim var her gün eve gelişimi bekleyen. birkaç kazak daha alsam sanırım iyi olacak. çok mutluyum valla, sorma. şili nerde, onu bile söyleyemem sana şu zamanda.

- kararında bir kış gelir umarım bu sene de ayaklı lahana etmez bizi. ayaklı lahanalık bi derece de oturup kalan lahanaya çeviriyor genelde beni. hoş değil.

21 Ağustos 2012 Salı

tanışmalar

- "14 yaşımda bir uçağın düşüşüne şahit oldum. elimde bi ruffles paketiyle seyretmek zorundaydım, yapabileceğim başka bir şey yoktu. işin tuhafı daha önce oraya hiç gitmemiştim. bizim evin arkasında kalan bir tepeydi. babama kızıp dışarı çıkmıştım. bi süre arkadaşlarımı dışarı çıkmalarına ikna etmeye çalıştım. sonunda bakkaldan aldığım bi cips paketiyle kendimi tepeye tırmanırken buldum. şehrin orta yerinden geçen nehir, yolculuğunu bu tepenin ardından sürdürüyormuş meğer. tepeye oturmuş manzaraya bakarken neden buraya daha önce gelmediğimi düşünüyordum. uçaklar sık geçerdi, önemsemiyorduk. sessizlik bozuldu bir anda, gökten iki parça alev düşüşe geçti. ayağa kalktım ve bakakaldım. burnuma gelen koku dumandan ziyade toz kokusunu andırıyordu. tekrar oturdum ve bu sefer de elimdeki cips paketine bakakaldım. tepeye bir daha çıkmadım."

- "renkleri seviyorum. renkleri kendim düzenlediğimde oluşan görüntüyü sevemiyorum. hiçbir zaman önüme öylece sunulmuş bir renk paleti kadar huzurlu gelmiyor kendim düzenlediğimde. renklerden anlıyorum ama sanırım benim görevim 'bu olmuş' veya 'bu olmamış' demek. yeşil, mavi ve mor bir arada güzeldir. fakat ben bu renkleri bir araya getirme konusunda beceriksizim. zevklerimi kendim karşılayamıyorum. bu tuhaf bir şey."

- "yıllarca müstakil bir ev ve bahçesinde yapabileceklerimle hayallerimi süsledim. bunun için çalıştım, bunun için yaşlandım ve hayallerimde hala süslenebilecek yerler var."

- "ellerimi komik buluyorum. sadece istediğim zaman hareket edebiliyor olmalarını komik buluyorum galiba daha çok. çoğu uzvumuz böyle, biliyorum ama nedense işte, ellerimi komik buluyorum. yazmaktan nefret ederim. düşüncelerimin belgelenmeye ihtiyacı yok. yazılı her şey kanıt değerini taşır. düşündüklerimi yazsam ve bir gün bu kağıtlar bir şeye kanıt olsa, buna sadece gülebilirim. ne düşündüğüm bu kadar önemli olamaz, bana sorarsan."

- "sanki gitmesi beni iyileştirecekmiş gibi gitti. ellerimi tuttu, sulanmış gözlerini gözlerime dikti, ardından sarıldı ve: 'kendine dikkat et, olur mu?' onsuz daha iyi olacağımı düşünüyor olmalıydı. bakın ben olumsuzlukları severim, olumsuzluklar olduğu zaman kendimi rahat hissederim ama bu farklı bir şey, anlıyor musunuz? anlamamanız hoşuma gider ama onun burdayken, burda yanımda dururken... burda olmaması tuhaf bir şey. iyileşmedim."

- "facebook'ta 3 arkadaşım var ve üçünü de tanımıyorum. mızıka çalmak bir meslek kazandırıyor olsaydı, bugün dünyanın önemli adamlarından olurdum. erkek halimle bulaşık yıkamaktan büyük keyif alıyorum. insanların bundan neden hoşlanmadığını anlamıyorum. sürekli birbirlerine yıkmak için uğraşıyorlar. her evde benden bir tane olsa, daha güzel olabilir miydi diye düşünüyorum arada. sanırım insanlar için bulaşıktan daha çok çekişme hali önemli. bulaşık yıkamayı sevmiyorlar ama çekişmeyi, didişmeyi, birbirlerinin üzerine iş yıkmayı seviyorlar. zaten dediğim gibi, facebook'ta 3 arkadaşım var ve ben üçünü de tanımıyorum."

- "facebook hesabım yok, konu buysa. içinde ne olduğu önemli olmayan dolu bir bardak, sigara paketim ve litrelik şişe suyum masamda olduğu sürece mutluyum. bilgisayarda oyun oynarken günlerin nasıl geçtiğini anlamak zor. çoğu zaman dünde kaldığımı hissediyorum. dün ise dünde kalmış oluyor. 'dün' epey geniş bir zaman, geçmiyormuş gibi. bu güzel bir his."

- "boş bir defter, dolu bir defterden daha fazla anlam barındırır. yüzlerce kez kitap yazmayı denedim. kitap dediğiniz şey, size okumayı çağrıştırıyor olmalı. birilerinin çıkıp kitapları yazıyor olması çok garip. sanırım neden yazamadığımı artık biliyorum."

- "söyleyebileceğim pek bir şey yok. ben hep böyle bir insan oldum, söyleyebilecek bir şey pek bulamadım. köpekleri seviyorum, bunu diyebilirim sanırım."

10 Ağustos 2012 Cuma

- sağ gözümde görüşümü engelleyen bir şey var an itibariyle. bu devam edecek olursa hakkında daha hastalıklı şeyler yazacağım kesin. delirtici. bu kadar.

- bir başka delirtici etken, akla takılan şarkı. solistin kendi mahkemesini kurduğu bir şarkı. hakkında okuduklarımla hislerim nasıl bütünleşmişti halbuki. şimdilik kayıp. düşünmek, aramak istememe rağmen dinlemeye olan ihtiyacım rahatsız edici. sudan atlayan japon balığı gibi düştü geceye. uçuk turuncu.

- "basit olanı kavrayamıyorsun." bir öğretmenimin görüşüydü. varlığımın bile farkında değil belki şu an. bu lafı küçük yaşta duymuş olmak anlamak adına iyi bir şeydi. fakat anlıyor ve önüne geçemiyorsan bir kötülük. basitten korkuyorum. hiçbir zaman bir şeyler basit gözükmüyor çünkü gözüme. basitliğin ayrımını yapamadığım için korkuyorum. basit dedikleri, her şeyden daha fazla karmaşık görünüyor. 19436+8920'nin nasıl bir sonuç verdiği çarpıcı değil ama 2+2'nin 4 etmesi fazla gerçekçi.

- hatırlamak istemediğimiz anları gereğinden fazla düşünerek sıradan hale getiriyoruz bence. isteğin aksine, fazla hatırlayarak. bir yöntemi de bastırmak. hatırlamak istemediğin bir şeyler varsa unutmaman gereken şeyler de var o anlardan. bir şekilde artık hatırlamıyorsan, dahası anımsayamıyorsan hatalar seni bekliyor demektir. bu "an" tahmini üç yıla denk geliyorsa, bu kadar şaşkın olmak tuhaf. muhtemelen bir daha karşılaşmayacağın sebeplerden sonuçlara varır ve bunları çeşitli yerlerde uygulamaya sokmaya çalışırsın. şayet sebepler silinmişse akıldan öngördüklerin önemsizleşiyor. zamanında böyle bir karar almışsın ama niye almışsın, neye dayanarak almışsın ve nasıl hala bunda ısrarcı davranabiliyorsun. özellikle kötü anlar, hatırlamamayı isteyecek kadar değersiz değiller. seni sen yapanlar çoğu zaman bu kötü anlar ve hatırlamak istememek saygısızlık. üç yıldan aklımda kalan sayılı şeylerden sonra ben neden benim, ben nasıl benim, ben dahi bilmiyorum. bu küçültücü.

- ağlamanın saflığı bozuldu. kötü hisler de izin vermiyor artık. boş boş oturmaktan bile daha anlamsız, daha ifadesiz geliyor. ne ara içinde bulunduğum durumları bu yönüyle sorgular oldum bilmiyorum ama rahatsız edici. ağlamak bir şeyi değiştirmeyecekse diğer tepkiler de aynı sonuçlara yol açıyor demektir. gülmek, bakmak, hatta öpmek. sorgusu yapılacak son şeyler.

- beslenebilmek güzel bir şey. beslenecek bir şeyler bulabilmek güzel. içine girebileceğin dünyalar yaratmak. yaratanın sen olduğunun farkındaysan sorun yok ama daha fazla beslenebilmek istiyorsan yaratmaya dair düşüncelerin olmamalı, sanki doğada hep var olanmış gibi. muhtemelen sağlıklı görünmeyeceksin ama böyle.

- hayatta her şeyiyle güven duyduğun bir insanı öylece kaybedebiliyorsan biraz rahatlık biniyor üzerine. "bir gün olacaktı, bugün oldu." bugünü bulmak zorunda değildi. o "bir gün"ü görmeye ömrümüz yetmeyebilirdi. acıtıyor ama olması gereken de bu değil mi zaten? riskleri göze almak daha kolay artık.

- kendini hamakta unutup koca ormanı yakan bi insan. hamak da tutuşmuşken uyanmalısın. bence.

- arka planları hep sevdim. varlığın göze batmayacak ama olmazsan da "tam" olmayacak. görünmez işlerle uğraşmayı sevdim. o kısımda anca rahat ediyorum. imzanın önemi kalmıyor bu yüzden.

- buranın takip edilmemesi, en azından bu izlenimi vermesi hoşuma gidiyor. okunsun diye yazdığımı bilmiyorum hiçbir zaman. arada dönüp bakmak hoşuma gidiyor sadece. hafızaya bir önlem bazen de. bir okuyan yoksa bunu niye mi söylüyorum? bir okuyan yoksa bu soruyu niye yöneltiyorsun?

22 Haziran 2012 Cuma

sen dolu gözlerinle boşluğa bakarken neler oluyor bilebiliyor musun? inandıkların gerçek olmayabilir. ama olabilir de.

annem hep sivri bir dilimin olduğunu söyler. acımasızca konuştuğumu, bir lafın insanı kırıp kırmayacağını düşünmeden o lafı ettiğimi söyler. zaman zaman da gaddar olduğumdan dem vurur.

annem hep "her şeyi sen düzeltemezsin ki kızım" der. "e be yavrum niye bu kadar duruyorsun her şeyin üzerinde" diye dert yanar. kendi yapamadıklarından akıllar da sunar, "onun umru bile olmayan şey yüzünden mi yapıyorsun böyle, yapma."

annem yaşadıklarımın seyircisiydi yanında bulunduğum sürece. susup susup bir lafla işi bitirdiğimi herkes kadar o da söyler.

"yaşının insanı değilsin" der çoğu zaman akıl vermeye, dertleşmeye kalkışırken.

yanında olmadığım zamanlarda anladığım, bende en çok aradığı şey kolay öğrenmedeki becerim. "teyzene dedim, elif olsaydı hemen anlayıp anlatıverirdi diye, çıkamadık bi türlü işin içinden."

annem hep bilir, bakışımdaki donukluklara nelerin sebep olmuş olabileceğini. kendisi de çeker çünkü aynı dertten, vicdan rahatsızlığı.

yarın kına gecesi olacakmış, öbür gün düğün olacakmış, şu an çoktan yatağa gitmiş olmalıymışım, hiçbirisi şu an vicdanımdaki rahatsızlık kadar umrumda değil. kimseyi kırmak-üzmek istememek diye bir şey olamaz. ancak öyle insanlar vardır ki yoluna inandığın, çoğu zaman sen bile gitmişsindir bir köşeye. sivri dilin hiç olmamış oluverir, o yüreğin dokunsan yırtılacak bir şeye dönüşür ve bunlar sana öyle bir güç getirir ki sadece kendine saklayamazsın bu gücü. zaten bu halde saklamak da istemezsin. ve ben asıl kimliğimi bu anlarda bulduğumu görünce bir hata yapıp yapmadığımı çok sorgularım. daha bu sorgu vicdanen rahat olamamayı beraberinde getirir.

"her şeyi sen düzeltemezsin ki"
isteklerim arasında hiç kendime çevirmek istediğim, yörüngemde dönsün istediğim bir şeyler olmadı. her şeyi ben düzeltemem. düzeltebilecek bile olsam bunu yapmayı istemem de. bazı şeyler var ki, nasıl oluyor da bir insan bunu düzeltmeden geçebiliyor dedirten cinsten, işte esas olarak düzeltmek istediğim o oluyor çoğu zaman. bir insan bunu göremiyor-düşünemiyor olamaz. bunu düşünüyorsanız her durum kasti bir amaç taşıyor demektir, böyle düşünüyorsunuz demektir. ve o insanlardan her yerde karşılaşabilinecek kadar var.

yaşının insanı olmamak.
bu kafanın içindekiler belli ki 22 yaş için biraz fazlaca. yaş 19'ken de bu böyleydi. muhtemelen 30'a gelindiğinde de bu böyle olacak. bu çok büyük bir dert. o kafanın içinde hayatını sürdüren insan artık kaç yaşındaysa, o kadar da beklenti içine sokar insanları. ama bu beden daha 22 yıllık, yaşamadığı o kadar çok şey var ki o kafanın yanında, daha ilklerini bile tatmadığı öyle fazla şey var ki, bu genelde kimsenin umrunda olmaz. bu ilklerden herhangi birinde bir hata yaptınsa, iki kat hata yapmışsındır. bilmeden konuşmak gibi bir şeydir bu. o yaşça büyük kafa bilerek konuşur ama bu yaşça küçük beden işin içine girdiğinde sudan çıkacak balıktır. bu bir yandan da şöyle bir şeydir. elinde bir telefon numarası varsa, aradığında neler olabileceğini bilirsin. kapalı olabilir, meşgul olabilir, kullanılmıyor olabilir, vs. vs. ama bu numaranın o an ne durumda olduğunu aramadan asla öğrenemezsin.

gaddar. ne kadar da sert bir kelime yumuşak ünsüzlerine rağmen. duyduğum hiçbir yerde kendime yediremediğim de bir kelime. sanıyorum bir tür elbise, sağlam kamufle edecek cinsten.

14 Haziran 2012 Perşembe

hayatında yapmayacağını düşündüğün şeyleri yaparken buluyorsan kendini, sana güzel bir yerde olduğunu söyleyebilirim. "hayatta yapmam!" bu cümleyle ünlemlediğin tüm eylemleri zaten hayat boyu kolayca yapamazsın. ya da yaptığın zamanlar bu lafı etmemiş kabul edersin. bir şeyler değişmiştir çünkü mutlaka. kendine açtığın bir savaş da olabilir ortada. sonrasında ya akıllanırsın, ya yolunu gözlemlemiş, belki bir şeyler çıkarmış olursun, aslında sonrası önemli değil. sonrasını düşünebilmek için öncesini bilmek şarttır. buradaki önemli kısım eyleme geçmek. öyle ya da böyle bir sonuç çıkacak zaten. çok da bu sonucun peşinde değiliz aslında.
yargıların olduğu yerde sonuç tarafsız değildir ve bu çıkacak sonuçlar kişiselliğiyle kalacaktır. bu kötü bir şey değildir. girmem dediğin bir yola girmeyi tercih ettiysen karşına çıkan her şey kişiliğine de dokunacaktır. belki çoğu zaman dokunan sen olacaksın ama bir temas daima söz konusu olacaktır. ve sen bu yola -ettiğin lafların üzerine- tercihen giriyorsan, bu tamamiyle senin dokunma isteğindendir. hissetmek istersin, hissedebildiğini hatırlamak istersin, hissedebilirliğini ölçmek istersin. güzel bir yerde olduğunu söyleyebilirim dedim. belki çok yanlış işler peşindesin, belki bu yolda tüm dokundukların senin canını acıtacak, bilemem. bildiğim ve güzel kabul ettiğim sürükleniyor oluşun. gerisi senin memnuniyetine kalmış.

bir de hayatında yapacağını aklından bile geçirmediğin şeyler var ki eğer kendini bunları yaparken buluyorsan, sanırım çok daha güzel bir yerdesin. çünkü hayat böyle bir şey. sürükleyecek ve eğer sürüklenmeyi kabul edersen, anca o zaman bir şeyler çıkaracak karşına. anca o zaman seçim şansı sunacak. bu seçimlerden doğacak her anı düşünemezsin. başta gelecek kavramı, zaten düşünemezsin. ve düşünmek de istemeyebilirsin. çünkü sürüklenmeyi kabul ettiysen her şeyin planlı ilerlemesine gerek duymazsın, nerede düşüncenle müdahele etmen gerektiğini bilirsin. ve bu durum caziptir insanın gözünde. düşünülmeyen şeyler her zaman için caziptir. cezbedilmişliğin heyecanı sana bu aklından bile geçirmediğin şeyleri yaptıracak. karşı koymak istemene bir hata gözüyle bakıyorum. sürüklenmeyi seçmiştin, unutmamalısın.

hayatında yapacağını düşündüğün şeyleri yaparken bulmak kendini... bundan söz etmeme gerek var mı? yolunu kaybetmeden sürüklenmek.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

yaz-geç

* müziğin hissetmeyi kolaylaştırıcı bir etkisi olduğunu düşünürüm hep. bir yerde müzik eksikse hisler de biraz eksiktir. hissetmek daha zordur, hisleri yüzeye çıkarabilmek aynı şekilde zordur. ve tuhaf ama, hisleri derinlere gömmek de zordur.

* hayallerimden birisi geliyor son zamanlarda sık sık aklıma. gerektiğinde çantasına koyup sırtıma takabileceğim bir teleskop ve teleskop sırtımdayken beni istediğim yere götürebilecek bir araba. birkaç müzik cd'si ve gece. yalnızlıktan, karanlıktan ve karanlıkta yalnız olmaktan şimdiye kadar hiç korkmadım. o gecelerde de korkmayacaktım. birincisi, karanlıktasın ve seni görmek isteyen birileri olursa çaba göstermesi gerekecek. ikincisi, yalnızsın ve seni görmek isteyecek birileri olmayacak. kısacası, serbestsin ve bundan korkmamalısın. hayaller anlıktır, bir an için kurulur, gerisini önemsemez. o araba kim bilir ne dertler açacak başıma. o teleskop her seferinde yetersiz gelecek. o an, beni biraz daha küstürecek, ulaşamadıklarımı anımsatarak. "her ne olursa olsun, ..." bazen bu laf o kadar istekli çıkıyor ki ağızdan, o "an" harici bir şeyler düşünmek gereksiz kalıyor.

* araba. bu yaşa kadar sahip olmak istediğim şeylerden birisi oldu hep. ve ben mutluyken ne yapmam gerektiğini bilmiyorum, öğrenemiyorum. o kadar mutluyum ki şu günlerde, oturup ağladığım bile oluyor bu mutluluk için. böyle zamanlarda tehlikeli bir araç araba. nereye gideceğini bilmiyor ama gitmek istiyorsan, gitmek de kalmak da zordur. bir bakıma da işleri kolaylaştırdığı düşünülür; nereye gideceğini bilmiyorsan, nereye gittiğinin önemi yoktur. fakat bir nokta hep atlanır, bilmemek sorun burada. belli ki bilmen gerekiyor ama sen bilmiyorsun, bilemiyorsun ve bilmeyi önemsememekle bir hata yaptığını söyleyebilirim. mutluyken ne yapmam gerektiğini bilmek istiyorum, bunu önemsiyorum.

* çoğu zaman başkalarınca bana verilen değerin üzerimde öyle büyük bir elbise olarak kaldığını düşünüyorum ki. benim baktığım, görebildiğim, çıplak vücudum diyorum sonra. bu vücudu kat kat giysilerle sunuyorum başkalarına. pek çok kusuru örtmüş oluyor bu kat kat kalın giysiler ve o değerden biçilmiş elbise, bu kıyafetlerin üzerine tam oturuyor diyorum. çünkü ben birisine değer verirken böyle yapıyormuşum.

* çelişkili durumlarda ne yapacağımı da bilmiyorum. dinlemek istiyorum, anlamak istiyorum, en azından anlamak için çaba göstereceğimi biliyorum. anlatmak ister misin, işte onu bilmiyorum. anlatmaya değmeyecek çok şey var, görebiliyorum ama anlayabilmem için yine de anlatman gerekecek. boşa gitmeyeceğine dair bir garanti sunmak isterdim sana. anlatmak başını ağrıtacaksa tercihim hangisinden yana olmalı, anlamasam da olur mu, başın biraz ağrısın mı? anlamazsam olmayacak, başın da ağrısın istemem. seçimi sana bırakıyorum.

20 Mayıs 2012 Pazar

rüya evren

yine yeni uyanmış ve rüyamda neler gördüğümü hatırlamakla meşgulken cazip fikirlerden birisi daha düştü aklıma. rüya konusu düşünürken çıldırabileceğim sayılı konulardan. nereden geliyor, niye görüyoruz, hatta niye görebiliyoruz, vs. bu soruları düşünürken cevap bulamamak korkutuyor beni. bugün farklı bir şekilde, tam oturmuş haliyle bir düşünce içinde buldum kendimi. belki farkına vardığım yer rüyamdı, bilemeyeceğim.

bu düşünce için biraz paralel evren bilgisine ihtiyacımız var. boşluğu kaplayan sınırsız sayıda esnek silindir olarak tasvir edilebilir, çok çok küçük bir ölçekle bakarsak. bu silindirleri biraz daha yakından incelemek istersek bir hortumu gözümüzün önüne getirebiliriz. yoğun bir toz bulutundan oluşan bir spiral. evrenleri de birer zaman hortumu olarak kabul edebiliriz. hortumun oluştuğu sırada çevrede hissedilen şey güçlü bir esintidir. eğer bu hortuma kapılırsak esintinin hissedilenden daha şiddetli olduğunu anlarız. buna göre bu hortumun bir merkezi olmalı. ve eğer rüzgarla çevrili bir yerde bir merkez oluşacaksa burada hava boşluğundan söz edebiliriz. bir hortumun sabit şekilde var olabilmesi için çeşitli koşullara ihtiyacı vardır, yani durmadan devam edebilmesi için. bu koşullar sağlanırsa hortum durmaksızın devam eder. eğer böyle bir doğamız olsaydı, bu bizim algımıza "var olan" bir şey olarak gelecekti, bir felaketten ziyade. şimdi anlaşılır kılabilmek için hortumun sürekli bir nokta etrafında oluştuğunu, yer değiştirmediğini varsayalım. eğer tam o merkezde durursak hortumdan etkilenmeyiz. ancak atacağımız bir adım sonuçları bir hayli değiştirir. burada hortuma bir de dışarıdan bir gözle bakmamız gerekiyor. hortumun dışında kalan birisi için 1 adımlık mesafe çok önemli değildir ama kişinin 1 km yer değiştirmesi sonuçları değiştirecektir. merkezde ise bu 1 km'lik mesafe 1 adımlık mesafeye dönüşüyor. o yüzden çok daha büyük ölçeklerle düşünmemiz gerekecek. evreni de aynı şekilde bir hortum olarak düşünebiliriz. hortumun oluşması ve "var olan" bir şey halinde algılayabilmemiz için çeşitli koşullar gerekiyor olmalı ve şu an yaşayabildiğimize göre bu koşullar hala daha sağlanabilir halde demektir. içinde yaşadığımız evren, bir zaman hortumu. bu sebeple merkezden ne kadar uzaklaşırsak zaman da o kadar hızlı akmaya başlayacak ve dışarıdan bizi çevreleyen bir şey olarak gözükecek. ve bu zaman hortumunun merkezinde durabildiğimiz her an zaman yok olmuş olacak. ancak biliyoruz ki oluşan bir hortum sürekli aynı noktayı merkez edinmez. bu yüzden esnek de bir hortum. bilinen tüm gezenlerin belli bir -belki birkaç- yörüngesi var ve dönüyorlar. bu demek oluyor ki bulunduğumuz spiralin merkezinde duran hiçbir şey yok. belki henüz keşfedilebilmiş değiller. ya da bizler zamana sahip olduğumuz için bize gözükebilecek türden şeyler olmayabilir bu merkezde duran şeyler. bunlarla birlikte evrenin de bir yörüngesi olabilir. yörünge kabul edilebilecek kadar düzenli bir hareketi olmayabilir ama esnek oluşundan dolayı bir hareketi olduğu kesin. bizlerin bunu hissetmesi imkansız. dünyanın da bir yörüngesi var ve bu dönüş olduğundan çok daha hızlı gerçekleşseydi de bizim dünya üzerinde bunun farkına varmamız yine aynı şekilde ancak gökyüzüne bakarak olacaktı. eğer sahip olduğumuz atmosfer de bu hıza ayak uyduracak olsa, hissedeceğimiz dönüş yine şimdi hissettiğimiz dönüşle aynı olacaktı. gece-gündüz ayrımları olmasa, dünyanın sabit durduğunu, dönmediğini düşünmek ilk akla gelecek olan olacaktı. bu yüzden bu hortumun, bu spiralin hareketini gözlemlemek oldukça zor.

şimdi gelelim tüm bunların rüyayla alakasına.

genel olarak bir kaynaktan bilgi edinmeyi sevmem. yani aklımda oluşmuş hiçbir soru yokken, kitapların bana verebileceği hiçbir şey yoktur. önce kendim düşünmek isterim hep, kendim keşfetmek, kendim fark etmek, kendim ayrımına varmak isterim. eğer bir yerde tıkanmışsam ve bu beni rahatsız ediyorsa anca o zaman içimde araştırmak gibi bir dürtü oluşur. rüya konusu o kadar uçsuz bucaksız ki henüz düşündüklerim sonuç arar cinsten şeyler değiller. elbette sonuç arıyorum ama elde edeceğim bu sonuçlar esas sonuca ulaşabilmek için sadece birer soru olarak kalıyor. o yüzden rüya hakkında araştırmak gibi bir dürtü yok henüz içimde. keşfedemediğim o kadar çok şey var ki, bunu bir düzene oturtmak şu an için fazlasıyla zor benim için. bu anlatacağım sadece bir seçenek, yeni bir soru.

rüya süresinin zamanımızca kısa bir süre olduğunu hepimiz fark edebiliriz. ancak bunun yanında çok sayıda bilinmeyenimiz var. rüya ruhun bir gezintisi midir, zamanlar arasında bilgi akışını sağlayan bir şey midir, reenkarnasyonun sonuçlarından mıdır, paralel evrenler bağlamı mıdır, hatta gerekli bir şey midir... çok sayıda soru üretilebilir. eğer evreni yukarıda anlattığımız şekilde kabul edecek olursak, evrenin ve rüyanın bir birliktelik içinde olması gerekir. evrenin herhangi bir şeyi bizi rüya görmeye itiyor demektir. bu düşüncenin tersiyle, rüya görmemiz bir evrenin var olmasını sağlıyor olabilir ya da evrende bir şeyleri etkiliyor olabilir. en başında dediğim gibi, eğer çok küçük ölçeklerle bakacak olursak en azından bir tane esnek bir hortum göreceğiz. uzay bize ne kadar uçsuz bucaksız geliyorsa da bunu sadece hortumun içindeki alan olarak düşündüğümüzde, dışarıda kalan bir şeyler var olmalı mutlaka, bu zaman spiralinin dışında kalan bir şeyler. bunun için de dönüp kendi evrenimize bakmakta yarar var. bir gezegende yaşıyoruz, görebildiğimiz var olmuş ve sürekliliği olan her şey küresel bir yapıya sahip. buna dayanarak bir boşluğu milyonlarca benzer spiralle doldurabiliriz, bu sadece ne kadar yerimiz olduğuna bağlıdır. dediğim gibi uzayın bize böylesine uçsuz bucaksız gelişi, bu yerin kaç spirallik bir yer olacağını görmemizi imkansız kılıyor. ve elimizde rüyalarımız mevcut. bir hayattan daha fazla seçeneğe sahipler üstelik, bir bilince sahip değiller, sana ait olmak zorunda değiller. bugün bir durumla karşı karşıya kaldığın zaman bunu kendi fikirlerince, kendi kişiliğinin izin verdiği şekillerce düşünürsün. ancak rüyada böyle değil. bir kişilik söz konusu değil, bir bilinç söz konusu değil. bir varlık dahi söz konusu değil. bu da bize ufak bir ipucu sağlayabilir evreni ve rüyaları ilişkilendirebildiğimize göre. sadece bugün gördüğün rüyanın geçtiği bir mekan düşünürsen, milyonlarca mekan var edebilirsin. bu mekanlar sen istemesen dahi bir spiralin içinde bulunmak zorunda. belki aynı spiral içinde yüzlerce rüya yaşanabilir, sorun değil, demek istediğim evrenin tek olmadığı. en azından iki tane var olduğunu anlamak kolay bu yolla.

rüyayı görüntüye getiren bir şeyler var olmalı. buna ruh diyelim, başka bir şey diyelim, ne diyeceğimizin çok önemi yok. fakat bu üstün bir şey olmalı. bir insan olarak gücümüzün yetmeyeceği bir şey yapıyor olmalı. mesela bir şahinin gözlerine sahip olabilir, gözleri bir şahininkinden de keskin olabilir. bana bu yaklaşım sıcak geliyor. gerek mitolojideki kavramlar olsun, gerekse de kendi değerlerim olsun, sıcak geliyor. içimizde bize doğruları anlatan bir şeyler var. hiçbir zaman deneme-yanılma yöntemiyle yaşamıyoruz. bu yöntemle yaşadığımız şeyler sadece birer rastgelelik. bugün ben yataktan kalktığımda benim aklıma bu düşünceleri yerleştiren bir şeyler var olmalı ve bunları benim aklıma sokabildiğine göre benden daha fazla şey biliyor olmalı. belki senin kadardır bildiği diyeceksiniz ama bu öyle bir şey ki "ağzına bir parmak bal çalmak" deyimi karşılıyor bu durumu tam anlamıyla. o yüzden bildiği çok daha fazla şey olmalı diye düşünüyorum. işte bu var olan şey en başta demek istediğim üstün şey. ruh olabilir, üçüncü göz olabilir, sizin de önemsediğiniz bir şey bu. rüya sırasında olanların yaşandığı yerlere en azından gözüyle eşlik eden bir şey bu. bunu bir kamera gibi düşünebiliriz. orada kaydediyor ve rüya olarak aktarıyor. evet, kaydediyor. silinen, boşa giden, yoka dönüşen hiçbir şey yok. esasında bilinç de böyle bir şey ancak biz uyurken onu kısmi olarak kapatmış oluyoruz. ama bu bahsettiğimiz şey, her daim kaydediyor. ben şu an bunları yazarken o burada olmak zorunda değil, benim baktığım yere bakmak benim odaklandığım yere odaklanmak zorunda değil. ve bu şey tek bir şey olamaz. bu yüzden kişisel bir bağımız olmalı aramızda. bize uymak zorunda değil fakat ucundan bucağından bir yerinden bize bağıl. bunun için onu ruh olarak tanımlayabiliriz. biz uyurken de uyanıkken de o sürekli şekilde kayıt halinde. bizim zamanımızdan sıyrılabilmiş değil, bize bağlı kaldığı nokta da bu olmalı. zamanen bize bağlı ama diğer hiçbir şey onun gezintisine etki etmiyor. bu yüzden bu evrenin sarmalından kurtularak başka bir evrenin sarmalına girebilir, başka bir evrenin içinde bir şeyler kaydedebilir. bunları bize yansıttığı yer rüyalar diye düşünüyorum. rüyadalardaki zamanın kısalığı, olayların saçmalığı, türlü gariplikler, ne olursa olsun açıklanabilecek bir şey haline geliyor. yine en başta söylemiştim, hortumun şiddetini algılamak sizin nerede durduğunuza göre değişir. evrenin de bir zaman hortumu olduğunu söyledim. eğer ruh bu evrenin merkezinden uzaklaşırsa zaman bulutu çok daha şiddetli savrulur. ve eğer ruh bu evrenin dışına çıkarsa şiddetteki değişim de 1 adım ve 1 km farkı gibi olacaktır. yine eğer ruh başka bir evrene sızacaksa o zaman döngüsüne kapılacak demektir. ama zamanen bize bağlı kaldığı için bunu bize yansıtacağı şekil de bizim zamanımızca olmalı. yani gördüğümüz saniyelik rüyalar orada bir hayat uzunluğunda olabilir bu yüzden. bu, ruhun o anı nerede durarak kaydettiği ile alakalı. başka bir evrende yine aynı zamana sahip bir yerde durursa bu sefer anlık bir görüntü eşlik edecektir rüyamıza. derseniz ki bunun rüya süresiyle ne alakası var, bunun rüya süresiyle bir alakasının olduğunu düşünmüyorum. bunun uyku evreleriyle bir alakası olmalı. uyku bize daha uzun süre rüya görme fırsatı tanırsa ancak o zaman daha uzun süreli rüyalar görebiliriz. bunun için de başta biyolojimizi kaybetmemiz gerekir ki onu kaybetmeyi göze alacaksak düşünmek, üretmek anlamsız kalacak.

ruh dürttü beni, dedi bana bu kadar iş yükleme. tamam yapıyoruz da sen anlatınca çok şey yapıyormuşum gibi geldi, yoruldum, iki oturup dinleneyim şurda dedi. bi kahve yapayım.

16 Nisan 2012 Pazartesi

korkuyor olmalısınız ama görünen o ki korkmuyorsunuz. korkusuzluğunuza şaşırıyor olmalısınız hiç değilse, ama görünen o ki şaşırmıyorsunuz da. bunca bilinmezlik içinde nasıl rahat nefes alınabilir, şaşırıyorum sıkça. ve bu kendimin bile kabullendiği bir yaşam amacı. "yarın ne olacak bilmiyorum, o yüzden yaşamak istiyorum." hepimizi ayrı bir kahraman yapıyor sanırım bu düşünce. gelen her şey geçiyor nasılsa bir şekilde. sonucu "bitirdim", "geçirdim", "atlattım" oluyor çoğu zaman. geçeceğine olan inancın zayıflığından olsa gerek. inançsızlık ise başlıca bir korku sebebi, ya geçmezse? bu yüzden sonuçlar da kişisel oluyor. kişisel sonuçlar birer kahraman yaratıyor.

olaylar odak noktası olduğunda sonuç kişisel oluyor. fakat sonuçlardaki kişisellik durumlar odak noktası olduğunda kayboluyor. kaybolmak şöyle dursun, oluşmuyor bile. işte korkunun yerleştirileceği nokta da burası olmalı esasen.

dijital olmayan saatlerden oldum olası kaçmışımdır. gözüm saniyenin ilerleyişine takıldıkça hep kendimi hayal ederim o saniyenin önünde, saniyeden kaçmaya çalışırken. ne kadar kaçabilirsin ki, yorulacaksın sonunda ve yakalanacaksın. yakalanınca ne olacak? kahraman olamayacaksın. ve kafamda bunlar canlanırken o saniye sabit hızıyla daima ilerler. bir daha asla aynı anı yakalayamayacaksın. zamanımın çoğunu bu tür şeyleri düşünerek harcıyorum. bunu özellikle bir saatin karşısında düşünmekse hayatımı tehdit eder derecede bir zaman dilimini görmemi sağlıyor. korku bu noktadan hiç ayrılmadı. geçiremedim, atlatamadım ama zaman bunlara rağmen geçti.

insan vücudu sonra. aynayla bir işim olduğunda olur da gözüm sahiden kendime takılırsa hazırda bir korku bekliyor hep. görünüşümüz bir şeylere göre korkunç olmalı. alışılagelmişlik bu korkuyu bastırıyor belli ki.

alışılmış ve bilinmezlik. bir bilinmeyenin alışılmışlardan olacağını bilmek mümkün gözükmüyor. olur da alışılmışların dışında bir şeyle karşı karşıya kalırsak -ki bu sık olan bir şey değildir-, alışmaya çalışacağız ve bu bizi yine kahraman yapacak.

ölüm sonrası için birçok tasvir mevcut. hiçbirini bir ölünün ağzından dinlemedik. bu bilinmezliklerin en kötüsü de bu olmalı ki ölüme engel olamayacağız. sanırım bu yüzden yetişiyor içimizdeki kahramanlar. korkuya yer tanımayacak kadar hızlı bir şekilde hem de, hissettirmeden. çünkü durumlar odak noktası olduğunda doğacak korkuyu kamufle edecek bir şeyler var olmalı. aksi halinin düşüncesi bile ürkütücü. kahramanlar düşünmeye engel olamıyor.

13 Nisan 2012 Cuma

yaz-geç

* eğlenmeyi bilmiyorsan yeterince eğlenebilirsin.
eğlenmeyi beceremiyorsan istesen de eğlenemezsin.

* anlamını bilmedikleri bir şarkıda dans edişleri gibi. şarkının savaşları anlatıyor oluşu dahi engel olamıyor onların hislerine. seni sevmek de öyle bir şey. şarkının neler anlattığını çok iyi biliyorum ki hiçbir duyguma tercüman değil, müziğe karşı koyamıyorum yine de. ona bir savaştan söz etmesini ben söylemedim... yaşanacak şey savaşsa da, ben varım. yaşanacak savaş. savaşıyorum. kimi varlığınla, kimi yokluğunla. müziğe aldanıyorum.

* sanki uyursam yarının yalnızlığı daha ağır gelecekmiş gibi. geceden öldürüyorum umutlarımı. yatak çok uzakta gözüküyor. öyle görmek istiyorum. gidemeyecek, gitmeye değmeyecek kadar uzak.

* hassasiyet... sanırım artık yok. var olanıysa alışkanlık, zorundalık. çünkü yaşamıyorum artık. yaşadıklarımı hissetmiyorum. hissedecek kadar yaşamayı yasaklamışım kendime. hep uzaktayım, hep bir köşede. gitmeye değmeyeceğini düşünenler çoktur. kalabalıktan uzaklaşmak için güzel bir çözümdü. bilseydim özleyeceğimi...

* özlem. hayatımın orta yerinde oturan bir şey bu. yeniye alışma süreciniz uzunsa sizin de, muhtemelen sizin hayatınızda da aynı yerdedir. geçmiş, olduğu gibi gelmiyor hiçbir zaman. gerçi, çoğu zaman gelmiyor bile. gelecek de gelmiyor. istediklerin gelmiyor. gelse de önemsizleşiyor. bu yüzden özlem her şeye, geçene ve gelmeyene, gelmeyeceğe.

* içine doğduğun dünyayı keşfetmek, yeni bir gezegen keşfetmekten daha zor. buraya aitsin, yabancı değilsin sözde ama bal gibi de yabancısın. yabancıyız.

11 Nisan 2012 Çarşamba

sevgili pergel efendi,

şu yağmurlu günlerde bir parmağın olmadığından şüphe ediyorum. dün gece oturdum, bütün ses çıkaran şeyleri kapadım, dinlemeye başladım yağmuru yattığım yerden, resmen "pergel pergel" diye yağıyordu. dedim bu kadar da olmaz ki. tamam ara sıra öyle cinslerin çıkıyor, 270 derece falan açılabiliyor, dönebiliyor, dans edebiliyor çift halinde, isterse çift bacak olup tek takılabiliyor, bunlara eyvallah ama nedir yani senin bu güneşle, yağmurla alıp veremediğin. hayır yağmur başlayınca çıksan ıslansan, çıksan yağmur altında etsen dansını anlayacağım. o da yok. öyle tek vida gözünle bakıyorsun anca.

geçen kahve içtik, oturdu fal baktı bizimkiler. göz var diyorlar. dedim var. çift halindesiniz hep ama tek vücut olmuşsunuz diyorlar. dedim öyle. fal bile sana çıkıyor anlayacağın. o kahveyi içtiğimden de şüpheliyim. çaktırmadan geldin içtin mi, naptın. paketteki sigaralarım da çabuk tükenir oldu zaten bu ara. hadi diyorum suçlamayayım, günahını almayayım, yapmamıştır etmemiştir.. yok, başta kendim inanmıyorum.

haberin var mı bilmem ama dolapta yeşil saplı bir yıldız tornavida var. bilesin. evet, tehdit ediyorum, gücüne mi gitti? bizde böyle pergel efendi. madem içeceksin o sigaradan, o kahveden, bi gün de çıkıp de ki "ben gider alırım bakkaldan". hadi bunları affedeyim kişiselliğinden dolayı ama şu yağmur işi... aslında çok iyi oldu, biliyomusun. seviyorum ben yağmuru. elif elif diye de yağıyor olabilir sonuçta. yeterince dinlersem duyarım, biliyorum. kusura bakma, bu kadar şey atıp tuttum hakkında ama ne yapayım yani. gözüme şemsiye girmesinden hoşlanmıyorum. hatta her türlü şemsiye girişinden nefret ediyorum. o şemsiyenin allah bin türlü belasını versin. ben aslında bu mektubu şemsiyeye yazacaktım ama yağmur öyle pergel pergel yağıyor ki... sen de oradan öyle tek göz bakınca... alamadım kendimi.

not: şaka yaptım. dolapta yeşil saplı yıldız tornavida yok. yani var da yeşil saplı değil, kırmızı. onu da söyleyeyim, alınıp kırılma sonra.



mektup köşesi olmuş burası. ptt'yle anlaşma imzalamaya gideyim sabahtan.

16 Mart 2012 Cuma

yine o günlerden birisi. ortada hiçbir sebep yokken, hiçbir düşünce beni buna itmezken aklımda bir intihar düşüncesi. bu düşüncenin böyle bir anda ortaya sürpriz gibi çıkması korkutuyor beni oldum olası. "öleceksin, öldüreceğim seni." seni artık duyamıyor oluşumun verdiği korku bu. seni tekrar duyacağıma dair bir korku. yaşama hevesimi süpürüp götüreceğinden bu korku. sen yoksun ve ben sana bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. bunu bilmek çok daha kötüsü bu düşüncelerin. olan biten her şeyde mantık aramaya sen zorlamıştın beni. seni yok ettiğim zamanlarda hala bunu sürdürür haldeydim. baktım ki baş edebileceğim bir hal olmaktan çıkıyor, vazgeçmiştim. oldu diyordum, bitti diyordum. sonra bu sürpriz çıkışlar girdi hayatıma. ortada bir şey yokken, öylesine bir günde, sıradan işlerle uğraşırken. herhangi bir görüntü, herhangi bir ses de değil üstelik kafamda intiharı tanımlayan. direkt bir düşünce olarak. o an ne yapıyorsam bırakıyorum. kocaman bir boşluk oluyor. düşünce damarlarımdan geçmeye başlıyor sanki. çaresizleşiyorum ve üşümeye başlıyorum. öyle beklenmedik anlarda geldiği için saklamayı öğrendim. ama böyle yalnızken, saklayacak birileri yokken, yaşıyorum saniye saniye. korku olmalı kalbimi bir balon gibi hissettiren, mide bulantısını getiren. korkusuz olmayı öğretmiştin ya sen bana, o yüzden belki, anlayamıyorum. insan korktuğunda vücudu bu tepkileri veriyor olmalı.

düşünüyorum bu korku sonrasında da. olmayan şeyler yaşadık seninle. özlemiyor değilim. sonuçta sen artık yoksun, gelmeyeceksin ya da gelmeni istemeyeceğim. bu olmayan yaşanmışlıklardan kimseye bahsedilmiyor. ne benim yitip giden zamanım geri gelecek ne de o zamanın boşluğu dolacak. sen hayatımda yer kaplamasaydın ben çok daha zaman sonra şekillenecektim. sen hayatımdan çıkmasaydın belki şu an isteğini yerine getirmiş olacaktım. seçimimin "iyi ki kurtuldum"dan yana olması bir cesaretsizlik göstergesi gibi geliyor her seferinde. senin ki en sevmediğin şeylerdendi cesaret yoksunu bir insan. işin kötüsü seni kendi kendime yarattığımı bildiğimden, bu cesaretsizlik düşüncesi seni yine var ediyormuş gibi. sen bir düşünce değildin. dokunamıyordum belki ama vardın. görüyordum, duyuyordum. ortaya çıkışını düşündüm çok uzunca bir süre. kararsız kaldım. küçüktüm çünkü, aklım ermezken sen erdiriyordun. en hoşuma giden şeydi bu da. öğretiyordun. ben o gündür hep öğrenmenin peşindeyim. çevremde bana bir şeyler öğretecek insanlar varsa mutluyum. hayatımı geçirmek istediğim adamı sen de bilirsin. "benden çok daha fazla şey bilsin." bu istek de çocukluğumda şekillenmeye başlamıştı. belki sen daha bu düşüncenin bir ürünüydün. nereden geldiğini algılayamayacak kadar küçüktüm işte. annem senin benim vicdanım olduğunu söylemişti o zamanlarda, sorgusuzca kabul etmiştim ama ben bu vicdana sahip olacak insan değilim diye o kadar da çırpınmıştım gözlerinin önünde. her şeye rağmen bana bu kadar şey kazandırdığın için seni yok sayamıyorum. yaşayamadım ben o zamanları ama sorun değil, öğrendim sonuçta. yine de bazen öyle kızıyorum ki sana. konuşurken dilim dolaştığında, sevdiklerimin yanında elim ayağıma dolaştığında, içimdekileri söyleyemediğimde. çünkü bana o zamanları yaşatmadın. bugün konuşarak hiçbir şey ifade edemiyorsam hep senin yüzünden. bu çekingenliğim, senin varlığın yüzünden. seçimim değildi. ama diyorum ya, sonuçta sen olmasaydın şu an ben bu olmayacaktım. elimi ayağıma dolaştıracak kadar kimseyi sevmeyecektim belki, sevmek tanımı farklı olacaktı, konuştuğumda zaten boş konuşmalar yapıyor olacaktım. o zamanlarda bana bunları kazandıracak bir çevreye sahip değildim. sen böyle çelişkilerle doldukça seni unutmak, silip atmak da zorlaşıyor. yok olan bir şey için çabalıyorum. hala zamanımı çalıyorsun anlayacağın. eskisi kadar akıllı bi kız değilim. en çok da bu oturuyor içime. yol gösterenim kalmadı. yol gösterecek binlerce insan var belki etrafımda ama hiçbirisi ben derdimi anlatmadan fikrini söylemiyor. bu yüzden bu kadar kopuk bir iletişimim var insanlarla. anlamalarını beklemeyi çoktan bıraktım ama konuşmak öyle gereksiz geliyor ki. sana benzemekten de korkuyorum galiba. birisinin hayatının bir kısmını meşgul edip sonra yok olup gideceğim diye. ki geçen sene tam da bunu yaptık var olan birisiyle. konuşamamaktan kaynaklanıyor bütün sorunlarım. konuşulduğunda sorun bile olmayacak küçüklükte şeyler bunlar. şimdi suçlayacak birisini arayacak kadar küçülmüşüm işte. senin varlığından kaynaklı öğrendiğim bir şeydi yine bu da. konuştukça saçmaladığım hissi işte yine sana. o komalık halimden sonra yediğim sarımsaklı yoğurt tadı geliyor hep damağıma. hayatın tadı gibi. hayat gibi geliyor o makarna. gözlerim kapalı yediğimden belki sadece tatları anımsıyor oluşum. söylemek istediğim binlerce cümle olduğunda böyle karmakarışık oluyor cümlelerim, konularım. çünkü sana anlatmak istiyorum bunları. olmayan sana. seninle paylaştığım için yalnızca sana. buraya yazınca ulaşmıyor ki sana. ben ne yaptığımı ne zaman bildim ki. içimdeki tutkunun peşine düştüm hep, nereye sürüklediyse oraya gittim. kolay vazgeçmedim senin öğrettiğin gibi. sana anlatmak da içimde bir tutku işte öyle. bir internet sayfasından medet umdurdu şu anda. olmayan sen, okuyabilecek misin?