24 Kasım 2011 Perşembe

istanbul'da bir su vanası

- e kızım, sen de niye vananı kapamazsın uzun süre dönmeyeceksen...
doğru.. nereden anlayacaksınız ki bir musluğa güvenme ihtiyacımı...
salt güven duygusu.
bunu eğer bir şekilde anlamanızı isteseydim böyle söylerdim: salt güven duygusu. salt ne midir? en sevmediğim, kulağımı en cırmalayan, gözümü en yoran, gördüğüm yerde "aa tuz" demekle geçiştirdiğim bir kelime. anlatırken salt yerine başka bir kelime kullanmıyor oluşum da bundan ileri gelir.
bir canlıya karşı hissedilmesi gereken, hissedilemediğinde de ufacık bir vanadan medet umduran bir duygu bu. siz hiç medet umma gereksinimi duymadıysanız nereden anlayacaksınız...
hiç değilse mekanikti.
omzumda hissedemediğim baba elinden daha ulaşılırdı.
evime girmeye teşebbüs edecek hırsız kadar art niyetli olamazdı.
karmaşık? hiç değildi.
evet, bozulacağı da ihtimaller dahilindeydi.
zaten "güvenmek" de öyle bir şey değil mi? bir sabite karşı kimse güven duygusuyla yaklaşmaz. sen zamana güven duyar mısın? zamanın bazı şeyleri götüreceğine güven duyarsın. ya da zamana karşı bir güvensizliğin varsa, o şeyi zamanın yok edemeyeceğinden korktuğundandır. buradaki güven, zamanı araç olarak kullanır. bir amaç olarak güven duyma ihtiyacında olmazsın zaman karşısında. zaman geçer ve gider, geriye-ileriye sarılamaz, ne olduğu bellidir. bir musluk öyle değildir. su akıtabilir ya da akıtmayabilir.
"ya da"
anahtar kelime sanırım bu. karmaşıklığı götürmeyen kafam ve ben iyi halt ettik. halbuki yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen bir arkadaşım ortadan kaybolduğunda hiç böyle hissetmemiştim. çok fazla "ya da" vardı çünkü o zaman, karmaşıklığa sebep olacak kadar. ve ben de bundan kaçmayı tercih etmiştim. iyi halt etmişim.
yeniden doğamayacağım, başka bir hayat yaşayamayacağım, bir daha büyüyemeyeceğim. bu duygu sonradan elde edilir bir şey değil. yine bir sabah kapımı kilitlerken vanaya bakıp "aman yaa" diyeceğim ve güveneceğim. anca bu şekilde hissedeceğim. nereden anlayacaksınız?

8 Kasım 2011 Salı

"kalk gidelim yalnızlığım, kalk gidelim."
kalktım ve gittim bu lafım üzerine. ben seni istemiyordum yalnızlığım. baktım ki sen de istenmediğin yerde durmaya niyetli değilsin, e haydi gidelim dedim ben de. gittik. ben başkalarına baktım, sen başkalarına baktın. başkalarına yaklaştık, başkalarıyla yakınlaştık. sonra ben döndüm sana baktım, karşılaştık.
"kalk gidelim yalnızlığım, kalk gidelim."
kalktık ve gittik bu lafım üzerine.

9 Ekim 2011 Pazar

tüm gece akan burnumun sorumlusu olan nezle yüzünden altında ezildiğim düşüncelere sahibim. nezle beni öldürmeyecek. iyileşmek için içtiğim iki tanecik ilaç yüzünden mi bu düşünceler arasında sıkışıyorum? dokunsan ağlayacağım, bu sebeple yalnızım. bu ağlamayacağım anlamına gelmiyor ama içini yakmayacağım anlamına gelebiliyor pekala.
ilaçlar ve yan etkileri...
fiziksel bir acıyı kaldıramadığıma karar verip kimyasal bir acıya bürünüyorum. bu saçmalık değil midir?
sanki bu gece öleceğim.
bu seni korkutmasın. ben ufacık bir hastalığımda hep bunları düşünürüm. hiç düşünmemekten iyi olabilir ama bu halle düşünmek de pek anlamlı sayılmaz.
öyle korkuyorum ki... bir şeyleri yaşanmamış kılamayız. hatırlamaktan korkuyorum, hatırlayıp da özlem duymaktan. hatırlamanızdan korkuyorum, bir iç çekişinizden. yapmak isteyip de yapma cesaretinde bulunamadığım şeylerden korkuyorum. bu dünyada kafamı yeterince kemiriyorlar. kimse bana hafızamın da öleceği garantisini vermiyor. ayrıca ölü bir hafıza yine de varlığını sürdüren bir hafızadır.
özleyeceğim, biliyorum ve korkuyorum.
bu yüzden planlıca gitmenin beni ne kadar rahat hissettireceğini bil isterim. özlemeyeceğimin garantisi olmayabilir bu, biliyorum. ansızın değil de.. en azından sadece kendimin bildiği bir anda, üstelik "vazgeçmiş" sıfatıyla. gitmek diyemiyorum ona...

8 Ekim 2011 Cumartesi

bahsedilmişlik

...

kurduğu cümleleri, hayalleri, kurguları seven bir insan. belki de kafasını aklıyla yemiş bir insan...
kendi içinde, kendine güveni sonsuz olan bir insan. aklına duyduğu sonsuz güven... sanki bir yoyo gibi tam yere değecekken yukarı tırmanmış bir akıl onunkisi.

....

5 Ekim 2011 Çarşamba

düş

hayır, seni tutmayacağım.
burada kimse kimseyi tutmaz.
tutulmayı bekliyorsan yukarıdakilerden medet ummalısın.
kaybetmek istediğin yukarıdakilerden.

eğer bir kürede yaşıyorsak merkez daima bir küredir.

bir noktaya yerleşeceğini sanıyorsun.
büyük kürede kapladığın küçücük alanı bile keşfedememiş olmaya güvenmişsin.
bu yüzden seni tutmayacağım.
bu yüzden de kimse beni tutmadı yukarıdan kaybolmak istediğimde.

iki boyutlu spiral bir yol izleyeceksin.
kağıda dışarıdan içeriye bir spiral çizdiğinde mutlaka bitiyordu, değil mi?
bitecek.
orası bir nokta değil.
39 numara ayakkabılarımla anca 5 ayaklık bir küreye sahip olabilirim.
gelmeni istemezdim.
çünkü buradaki herkes bir kürenin üzerinde yaşıyor.
içinde değil, merkezinde değil.
üzerinde.
ayak ucumuzdan uzattığımız doğru küreyi kesiyor.
işte biz hala o noktada neler olup bittiğini bilemiyoruz.

burayı bir nokta sanarak geldik hepimiz.
bu yüzden burada kimse kimseyi tutmaz.
bu yüzden gelmeni istemezdim.
bu yüzden umduğumuzu bulamadık.
bu yüzden çoğu, geri dönmeye kararlı gözüküyor.

içten dışa sarılan bir spiralin hayaliyle gidiyor gidenler.
sonsuza dek kıvrılmak üzere gidiyorlar.
ama bu ya, biz sadece bir nokta istiyoruz.
kıvrımları kaldıramıyoruz.

buraya daha önce de gelmiştim.
daha önce de gelmiştin.
dışa sarılan spiral hayaliyle beraber kıvrılmaya başlamıştık.
isteğimizin kıvrımlar olmadığını anlayınca tekrar tekrar bu minik küreye gelmeyi tercih ettik.
daha yeni keşfediyorum ki yazıktır bu.
olmayan bir şeyi istiyoruz seninle.
bir nokta daima çerçevelidir.
bu yüzden seni tutmayacağım.
buraya geldiğinde sana anlatacaklarım var.
sana göstermek istediklerim var.
hepsini anlattım ama buna inandığının ispatı gerek.
bir de yardımın.
bu yüzden seni tutmayacağım.

15 Eylül 2011 Perşembe

bizim dekart

3 saat önce orta şekerli kahvelerimizi yudumlamış koymuşuz masanın kenarına. hava kararmaya başladığında ben açacağı, o da siyah torbayı kapıp gelmişti; sandalyelerimiz hala sıcak. biralar torbadan çıkıp masanın bir ayağından diğer ayağına tek sıra dizilmişlerdi. arada yana eğilip bir şişe kapıyorduk. açacak masanın orta yerinde kültablasına eşlik ediyordu. boş şişeler de masanın öbür ayaklarına diziliyordu baştan başa. olan bitenden bahsediyorduk. biraz ciddi, gayet düşünceli ve mantıklılıkla mantıksızlık arasındaki o ince çizgi üzerinde durarak konuşuyorduk. şişemin boşaldığını o an farkedince, bir yenisi için uzandım yan tarafıma. açacağa elim giderken üzerimizdeki kasveti dağıtma fikri geçiyordu aklımdan. aymaz bir şekilde şunu söyledim:
- düşünüyorum öyleyse varım ehehe.
burnundan verdiği bir nefesle gülümsedi ve sustu. kasvetten kurtulduk diye aklımdan geçirirken küllükteki sigarasını aldı eline. bir taraftan ucunda hala kül varmış gibi sigarasının ucunu kültablasında döndürürken:
- düşünüyorum elif, var olamayacak kadar düşünüyorum.
dedi ve sigarasına sarıldı. eh dedim, yapılır mı bu... ben de yaktım bir sigara. diktim şişeyi kafama...
anca anladık birbirimizi sonra. bulduk orta yolu, sızana kadar sakin bir kararlılıkla devam ettik.
sabah her şey devam ediyordu.
ertesi gün her şey devam ediyordu.
şu an olmuş, her şey devam ediyor.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

mucize mi arıyorsun?
sanıyorsun ki suyun gökyüzüne akması bir mucize. yanılıyorsun. asıl mucize, duyar duymaz inanıyor oluşunuz. mucize yaratmak senin elinde. sana yardımcı olabilirim, sana hikayeler yazabilirim. sorgusuz sualsiz inanacaksan, sen en büyük mucizesin.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

camdan bir çerçevenin içinde şeffaflığını koruyamayan su yine durgundu. küçük evin içini dolaşmaktan sersemleyen sinek rahatlığı oda sıcaklığındaki suda bulmuştu. camdan çerçeveye dokunarak eşlik ediyordu görüntüye belirsiz toz parçalarıyla birlikte. içeri giren güneş ışığı bu koca bardak için bulunuyordu odanın içinde. sersem sinek halinden memnun gözüküyordu. dili hiç anlatamamıştı ki memnunluğunu. duvarlara çarpa çarpa gezmek bir yana, suya uzanıp güneşlenmek ayrı bir yana. memnundu o da halinden. parkeler temizlenmiş olmanın hafifliğiyle seriliyordu yere. temizlendikten sonra giyecek temiz giysileri de vardı, giymişti üzerine. kırmızı halının bir köşesi, diğer bütün metrekareleri kıskandırıyordu. yürüyebilseydi eminim o bardağı devirip geçecekti ve o güneşin kapladığı ufak alana kendisini sığdırmaya çalışacaktı. ama öyle ya, güneşin hizmet ettiği yer halının sadece bir köşesi kadardı. vazgeçen sinek sürüyordu bütün keyfi, nerede olduğunu bilmeksizin. burnumdan süzülen duman huzurluydu, kaplayacak çok yeri vardı. tercihen o güneşli küçük alana yayılıyordu ışıksızlıktan kırılarak. duvarlar geri adım atıyordu daha büyük bir çerçeve olmak hayaliyle. sonuçta o bir çerçeveydi, kalkıp bardak olmayı hayal edemezdi. yapabileceği daha iyi bir şey varsa, bu da daha geniş bir çerçeve olmaktı. sanırım tam zamanıydı. bardak olmasa, su öyle duramayacaktı. parkeler olmasa, halı. duvarlar olmasa ben öyle duramayacaktım. eğer bir çerçeve olmasa güneş de duramayacaktı hizmet ettiği yerde. neyse ki yağmur damlaları yere vurmaya başladı.

24 Temmuz 2011 Pazar

şimşek

en mükemmel doğa olayı: şimşek
oturup yıllarca şimşek seyredebilirim bıkmadan usanmadan. ama onlar da bıkmasın. insanın içinde ne var ne yoksa süpürüp, insanı yeniden dolmaya hazır hale getiriyor. o yağmur öncesinde oluşan havaya zaten bayılırken bir de şimşekler eşlik etmiyor mu!

"ama en güzel yanı, duygular işlevsizken insanın içine war ensemble dolması.. yeniden doğmak gibi." demişim 2 sene kadar önce. huzur islamdaymış, huzur isyandaymış, yok war ensemble'mış. yemişim hepsini. huzur dediğin şimşekte!

20 Temmuz 2011 Çarşamba

buymuş

"insan...
belki de gezegenimizin en gizemli türüdür.
cevaplanmamış soruların gizemidir.
biz kimiz?
nereden geldik?
nereye gidiyoruz?
bildiğimizi sandığımız şeyleri nasıl biliyoruz?
neden her şeye inanıyoruz?
bir yanıt arayışında, sayısız sorular...
her yanıt, beraberinde yeni bir soruyu getirecek.
daha sonraki yanıt, bir sonraki soruyu getirecek.
ve böyle devam edecek.
ama sonunda, hep aynı soru değil mi?
ve hep aynı yanıt?"















- bu muydu yani?















- bu muydu yani?















- bu muydu yani?















- buymuş.

insan

henüz doğmamıştı.
kesildiğinde göbeğini oluşturacak bir uzantı yoktu vücudunda.
göbek deliği çoktan belirmiş, karnının ortasında yerini edinmişti.
onu getiren bir annesi olduğuna göre bir babası da vardı muhakkak.
insanlar gelmiş ve onları getirenler gitmekte aceleci davranmışlardı.
seçilmiş bir şey değildi.
insan da seçilmemişti.
dolayısıyla kimseye ödenecek bir hesap yoktu.
para ve pul, seçimleri elle tutulur hale getirme aracıydı.
"eğer seni seçme şansımız olsaydı evlat, bunu ödemek için cehennemi görebilirdik."
doğmamıştı henüz insan.
akla sahipti, kendini diğer her şeyden ayıran.
kütleye m diyip, sevginin ölçülemez olduğuna inanan varlıklardı.
henüz doğmamışken varlık olabilmişti bir kadının karnında.
muhtemelen buraya getirilmeden önce de vardı.
gitmekte aceleci davranan tüm tanıdıkları da hala birer varlıktı bu düşünceyle.
gitmek, yahut gelmek, insanı doğurmuyordu.
insan, doğabilen bir şey değildi.
henüz doğmamıştı ve hiçbir zaman da doğmayacaktı.
doğumu olmamışsa ölümü de mi olmayacaktı?
doğmak, kalbin atması değildi.
ama ölmek...
ölebilirdi ama, son bulmayacaktı insan.
ve en önemlisi seçmemişti insan.
bir bardak sevginin olduğu bir dünya görmesi de ihtimaller dahilindeydi.
kütlenin, tüm uğraşlar sonucunda ölçülemez bir şey olduğuna karar verildiği bir dünya.
kütleye sevgi, sevgiye kütle isimleri verilmiş bir dünya belki.
hatırlamayacak ve inanacaktı.
özde, tüm varlığı inançlarına dayalı bir şeydi insan.
doğduğuna inanıyordu ve ölecekti.
iki futbol sahası büyüklüğünde bir aşk yoktu.
varlığından haberdar olabilme ihtimali, her zaman uçan balon kadar olmaya devam ediyor.
insan duygusu seçimlerle biçimleniyordu.
seçilen her şeyin bir bedelinin olduğu bir yerde bulunuyordu an itibariyle.
bu, insan varlığında değişmeyecek tek özellikti.
an, en kısa zaman değildi bu durumda.
ama insan inanmayı seçmişti ve bunun bedelini, hesabı henüz olmayan değerlerle ödemeyi.

sıvı sabun

her şey yolundaydı.
her şeyin yolunda olmasından daha iyi bir gündü.
her şeyin yolunda olması kimi zaman beni mutsuzluğuma sürükleyen tek etken olabiliyordu da.
şimdi farklıydı.

uyanırken sebepsiz bir yaşama hırsı sarmıştı bedenimi. rüya da görmüştüm belki uyanmadan birkaç saniye önce.
dünyadaki en başarılı insanmışım gibi tuvalete gidişimi gözleriyle gören kimse yoksaydı da varmışçasına davranıyordum adımlarımı atarken. sanki bir kamera oradaydı ve tuvaletin kapısını kameranın yüzüne kapatacaktım. tuvalete de girmeyecekti ya? ayıp!
çok sıkışmamıştım, yatmadan önce iki bardak su içmeme rağmen. belki de yüzümdeki sırıtışın asıl sebebiydi bu.

kapıyı kapatmıştım.
kamera orada değildi, seyirciler orada değildi.
yüzümü yıkarken lavaboya eğilmekten hoşlanmam. diş fırçalarken lavaboya eğilmek benim için bir zorunluluğu yerine getirmek gibi. sanırım lavaboya eğilmekten hoşlanmıyorum.
ellerimi sabunlamış, sıvı sabunun ellerimden gerçekten arınıp arınmadığını düşünürken o kimseye ait olmayan aynada bugün nasıl olduğumu inceliyordum. birkaç mimikle her sabah yaptığım gibi nasıl olduğuma karar veriyordum. "eeh! bence arınmıyor bu sıvı sabun denen lanet! neyse, öldürmez sanırım yüzümü." (yüzümü?!) diyerek ıslak ellerimle yüzümü yıkamış bulunuyordum. suyu kapatıp havluya sarılmadan önce aynaya bir daha bakma ihtiyacına bürünmüştüm. amaç aynaya bakmak değil aslında böyle anlarda. göz göze uzun süre bakakalmanın verdiği korkuyu yenmek. ki çoğu zaman da başarısızlıkla sonuçlanan bu denemelerim gözlerimden çekinmeme de sebeptir.
bu gün de başarısızlıkla sonuçlanmışken yüzümdeki sırıtış yerini hala koruyordu.
"şu an intihar etmeliyim."
uzunca süredir sesim mutluydu, stres karışmamıştı aurama, yüzüm gülüyordu ve yeterince neşeliydim.
"böyle güzel bir günde intiharı denemeli."
bu lafları kafamın içinde dillendirirken o anı kastetmediğimi aynadaki de, ben de biliyorduk. havluya sarıldığım an yüzümün düşmesi an meselesi olabilirdi.
şimdi farklıydı.

havlu görevini yerine getirmiş ve kapı açılmıştı. kameralar oradaydı. seyirciler de.
sevmediğim sesimle bütün gün şarkı söylemiş bulunuyordum, üstelik o hayali kameralara.
yaşama hırsı değildi bu. alınacak intikamlar vardı.
öc almadan önce bu yaşamım sona ererse hiç memnun olmayacaktım. işin tuhafı da o ya, öcüm için yaşamımı feda edebileceğim. "what a wonderful world" diye, "it's a wonderful wonderful life" diye sevmediğim sesimle şarkılar söyleyerek ve gerçekten gülümseyerek.
"öcümü aldım" diyebilmek için bunu henüz yeterli bulmadığımdan burada duruşum. dirileceğimi bilsem durmazdım belki de.
henüz olasılığı olmayan şeylere kafamı yormadım, şu şey var olsaydı da yapabilseydim diye.

ama o sıvı sabun! hayatımın büyük bir kısmı ona ait olmaya devam edecek.
seni kullanmasam bile sıvı sabun, biliyorum o diğer sabuna bakıp yine de seni düşüneceğim. ya hiç var olmasaydın? ben o anlarda ne düşünüyor olacaktım? bence kendini birazcık suçlu, birazcık da mutlu hissetmelisin.

karıncaları öldürmeyin

sen koca adam,
sen ki kendini bile devirdin haberli habersiz.
elle tutulur değildin,
ki öylece kal isterdim.
ki sanırım kaldın da.
kendi ellerimin küçüklüğüne kızdım zaman zaman.
şimdi ellerim kocaman.

sen o uzaktan beliren şemsiyeli adam,
daha uygun bir yerde "bilmiyorum" diyemez miydin?
ki sormuyordum aslında sana.
"neden"lerin cevabı olmayan kendi dünyamdaydım.
çekişiyordum, senin bir şey söylemeni istemeden.
sesin dürtüyordu buradasın diye.

neden beklemiş olduğumu da bilirken,
daha basit şeyler de söyleyebilir miydin?
sormuyorum aslında sana.
gözümden o "pat diye" düşüşünün çekişmesi bu.
gitmeme yardımcı olmaksaydı yaptığın,
biliyordun zaten bir gün gideceğimi.
benim için, bu kadar çirkin olmaya değer miydi?


"karıncaları öldürmeyin, öldürülmeyi bekleyen daha büyük şeyler varken."


fon: http://www.youtube.com/watch?v=CosVEcg8MAc

17 Haziran 2011 Cuma

ters dünya

başını koltuktan aşağı her sarkıtışında artık öyle yaşamaya karar veriyordu. kendi ters duruşundan ziyade kendisinden başka her şeyin ters duruşu onu cezbediyordu. "beynine kan gitmez" diyerek düzeltmeye yelteniyorlardı bu duruşu. "beynime kan gitmezse ölür müyüm ki" diye düşünmek bütün zevkini sıfıra indirgiyordu ve suratını asıp doğruluyordu. kollarını birbirine dolayıp dizlerini göğsüne çektikten yarım saat kadar sonra küskünlüğü anca zayıflamaya başlıyordu. hiç sormamıştı bir bilene, bir söyleyene; beynime kan gitmezse ne olur diye. sevdiği ters dünyasını çirkinleştirmek istememiş, bunun yerine saatlerce her söylenene "bana ne" demeyi tercih etmişti. çoğu zaman da omuzları cevap yetiştiriyordu.

hep kötü şeyler olabileceği zaman uyarılıyordu: dökersin!, düşersin!, elini acıtırsın! hiçbir uyarı bu kadar mutsuz etmiyordu onu. döküyordu, düşüyordu, canını da acıtıyordu zaman zaman ama bunlara alışabiliyordu. dökersin dedikleri bardağı yere atabilirdi en kötü ihtimalle. bir türlü anlayamıyordu: beyne kan gitmemesi ne demek? bazen iyi bir şey olduğuna inanıyordu, belki beyinde kan olmaması gerekiyordur? ama hep kötü şeyler olabileceği zaman uyarıyorlardı...

evde yalnız olmanın keyfini bu lafı işitmeyerek sürüyordu. camın ve televizyonun karşısındaki koltuklar en sevdikleriydi. tersten okumaya çalışıyordu. neresinin sağ neresinin sol olduğunu bulmaya çalışıyordu kanal logolarından. insanların yukarı doğru hareket eden çenelerini izlemekten büyük keyif alıyordu. kimi zaman kumandayı denkleştirmeye çalışıyordu kanal değiştirebilmek için. yapmayı beceremediği her şeyle eğleniyordu o duruşuyla. camdan vuran ışıksa onu resmen sarhoş ediyordu. elleriyle yürüyebileceğine inanmak istiyordu hep. çekeceği acıyı hesaba katmadığını anlayıp vazgeçiyordu. yine de mutsuzlaşmıyor, kumandayla eğlencesine devam ediyordu.

öğrenmişti: anahtar sesi duyulur duyulmaz doğruluyordu artık.

9 Şubat 2011 Çarşamba

adımla bile çelişiyorum; nerede o ince-uzun, narin kız?

4 Şubat 2011 Cuma

gözlerinizi kapamadan körebe oynamayı denediniz mi siz hiç?

olur mu canım! körebe dediğin şeyin adı üzerinde bir kere, ebe kör olacak.

ama denediniz, biliyorum. ipiniz olmadan ip atladınız, bisikletiniz olmadan bisiklet çevirdiniz... kör olmadan da ebe olmuş olamaz mısınız? yerden yüksek oynuyorum sandınız belki... belki saklambaç? gözlerinizi kıstınız. gözlerinizi kırptınız. uyudunuz, uyandınız. belli ki ebe sizdiniz. bir şeylere yaklaştıkça dokunamadan onları uzaklara taşıdınız. yakınlaşmaya çalıştınız, yakın hissettiniz. kimse ebelemedi sizi. "beni ebelemez" demiş demek ki birileri. mahallenin sevilmeyen çocuğunu kovaladınız siz hep sanırım. göz göre göre kanepeye çarptınız, eşiğe takıldınız... tuttuğunuz yastığı ebeleyebilirsiniz sandınız. gözleriniz açık yaptınız bütün bunları. "görmüyorum" diye yalan söylemeden, düzeltir gibi yaperken açayım biraz diye düşünmeden oynadınız. yastığı tutunca heyecanlanmadan açtınız siz gözlerinizi. ebe olduğunuzu bildiniz de.. hangi oyunda olduğunuzu bilemediniz siz. bir gün birisi tuttu elinizden, "otur şöyle, bir şey anlatacağım." dedi. anlattı. anladınız körebe oynadığınızı. anlamanızla birlikte oyun sona erdi. kimseyi ebeleyemediniz, üstelik düpedüz hile ile. gözleri açık, kör bir ebeydiniz siz. belki sonraları ebelerden kaçtınız. belki sizdiniz o mahallenin sevilmez çocuğu? yaklaştınız, yakın hissettiniz, "beni ebelemez" dediniz... oynadığınız körebe değildi sizin, bir daha düşünseniz?..

28 Ocak 2011 Cuma

... konuşsana diye bağırdı sonra, yalvarır ses tonuyla. konuşmamakta ısrarcıydı. kadın sustu, adam söylendi. kadın sustu, nihayetinde adam da sustu. usulca paltosuna uzandı, sigarasını yaktı, paketi cebine attı ve kapıyı kapattı.

kadın yalnızdı. kadın, yalnızlıklara alışıktı. kimi mutlu zamanlarını yalnızlığıyla baş etmeye çalışırken yaşamıştı. yaptıklarından utanmıştı. yapanların, söyleyenlerin, görmezden gelinenlerin yerine de utanmıştı zaman zaman. işittiği sözlerdi genelde kalbini kıran, hassastı. "konuşmayacağım" yemini vardı yıllardan beri. bu, herkesin bildiğiydi. oysa kadın hiç yemin etmemişti. en kötü anlarında bile konuşmak için can atıyordu. ne uygun kelimeyi bulabiliyordu ne de ne anlatmak istediğini seçebiliyordu. bir dinleyen bulduğu zamanlarda bir uçtan başlıyordu anlatmaya. cümleler çoğaldıkça anlıyordu ki anlattığı, anlatmak istediğinin yanına bile varmıyor. durumu fark edince neyse diyor, öyle işte diyor ve karşısındakini dinlemeye koyuluyordu. her şeyi bir çırpıda açık ve net anlatan insanlar tanımıştı. her seferinde özenmiş ama yine yine susup kalmayı kendisine iş haline getirmiş gibiydi. kendi kendine de bağırıyordu oysa, konuşsana diye yalvarır ses tonuyla. bu susuşların bir gün başına yersiz dertler açacağını da biliyordu. bu yüzden bir an önce konuşmayı öğrenmeliydi, konuşacağı zamanı bilmeliydi. kendisine ne kadar söz verdiyse de başaramadı. her isteği suskunlukla son buldu. yine de çekinmedi söz vermekten. "konuşacağım" dedi, "konuşacağım" dedi... cümleler çoğaldıkça konu dağıldı. sanki tek bildiği bilmiyorum'du. zamanla bilmiyorum demek yerine de susmayı tercih etti.

söylemek istediklerini planladı bir müddet. konuşma sırası gelince, hiçbir şey istediği gibi olmayacağından adı gibi emindi. daha önce yüzlerce kez denemişti çünkü böylesini. başka çözümler aradı. konuşsa her şey çok başka olacaktı hayatında, farkındaydı. düşünmekten ağrıyan başını duvara yasladı ve suskunluğuna daldı.
"sessizlik de ağrıtır mı insanın başını?"

24 Ocak 2011 Pazartesi

eldeki yokluğundan değil isteyiş. özenmekten, hayranlıktan, büyük görmelerden, önemli saymalardan... 'olsaydı' düşüncelerinin güzelliğinden.

elde etmeyi istemek değil isteyiş. sadece istemek; almayı düşünmeden, verilmesini beklemeden, var veya yok oluşunu düşünmeden. güzel olan, düşünmesi.

istemek, elde edememenin sonucu. öyle büyük değilim, öyle güzel değilim, öyle önemli değilim. isteğim bana, öyle büyük ki.. öyle güzel, öyle önemli ki..

ve birisi çıkıp sürpriz yapmak için doğum günümü beklemeyi planlıyor, sabredemeyip bir telefon açıyor. heyecanı benden fazla. doğum günüme çok varmış zaten... bu öyle bir şey ki, istemem diyemiyor insan. yıllardır belki de; hayalini kurmuş, gözü dalmış ufuk çizgisine, dalarken düşünmüş, düşündükçe dalmış... sonra durup düşünüyor, demek beni mutlu etmek istiyor, beni neşeli görmek istiyor... anlıyorsun mutluluğunun başkalarına yeteceğini, anlıyorsun ama... neyse diyorsun, bu sevincin bozulmasın. birkaç gün benden mutlusu yok diye bakıyor gözlerin, öyle çıkıyor sesin... alıştıkça varlığa, gözün boş boş dalmaya başlıyor uzaklara. çekiniyorsun bir şey istemekten. istesem diyorsun, kimse bilmeyince de tatlı olmaz ki böyle... kimse "sus artık" diye bakmaz ki gözlerime, heyecanlı heyecanlı anlatırken. istesem, ama anlatmasam kimseye? olmayacak, böyle tatlı olmayacak. ben öyle büyük değilim. ben öyle önemli, öyle güzel değilim. o bana ait gibi duruyorsa da ben ona sahip olacak gibi değilim..

11 Ocak 2011 Salı

yağmurlu bir günden

ilk yağmur değil bu, son da olmayacak takvime bakarsak. güneş birkaç gündür saklıyor kendini. ne ilk yağmur heyecanı var bugün, ne biraz güneş ümidi. koyu bulutlar hızla kayıp gidiyorlar dağıla dağıla. üzerine binmek istediğimiz bembeyaz bulutlardan bir parça bile gözükmüyor. gözlerim ufacık bir mutluluk arıyor. beyaz bulutlarda ısrar etmesine ses etmiyorum. normal bir zaman değil. normal bir zaman olsa, önümde duran pek çok şeye baktığımda bu mutluluğu sağlardım. ses etmiyorum, çünkü önümdekilere baktığımda onları eskitiyorum. gülümsetmiyor, neşelendirmiyor... eskitmekten korkuyorum, çünkü bir taraftan mutluluk kaynaklarımı tüketmiş oluyorum. işin aslı, beyaz bulutları beklerken kendimi eskitiyorum. eskidikçe mutlu olmak zorlaşıyor. henüz bahanem var, "eşyalar eskiyor"...

her şeyin kötü gittiği zamanlarda bu karanlık hava nasıl da kendimi iyi hissetmemi sağlıyordu.. birilerinin mutluluklarını kıskanıyordum. gülüşünü sevdiğim insanlar hep gülsün istiyordum ama ben öyle diplerdeyken bunun hiçbir anlamı olmuyordu. haliyle biraz anlasınlar istiyordum. kıskanmak değildi halbuki, "ben de mutlu olacağım" hırsıydı. mutlu olma konusunda hırs yapılamayacağını bildiğim ve hırsımda ısrar ettiğim için ona kıskançlık diyordum. bugüne kadar beni tanımlamak isteyen kimse de hırslı olduğumdan bahsetmemiştir. çünkü benim hırslarım böyle saçma şeyler için. dişlerimi sıkıp binlerce kez aynı şeyi söylediğimi kimse duymadı çünkü. ciddi bir görüntünün altında pek çok durum olabilir. benimkisi genelde hırstı işte. ya "neden" diye soruyordum ya da "ben de ..." diyordum, "...acağım" diyordum.

psikoloji hemen değişiyor. uyku hali üzerime biniyor. gereksiz bir can sıkıntısı... beyaz bir bulut olsun belirmiyor. gökyüzü mü eskiyor?