herhangi bir kimseydi. kim olduğu -aslında- hiç de önemli olmayan birisiydi. onu anladığımı düşünüyordum. bunu düşünebilmem için bir iletişim gerekmiyordu. biraz da bu özgürlükten yararlanarak düşünüyordum. bir seyir gerekiyordu. kafada oluşturulan bir seyir defteri gerekiyordu. diğer her şeyi beyin hallediyordu. defterin sayfalarını dolduruyordu. kimi zaman ben istiyordum dolmasını. kimi zamansa habersizce yazıyordu. bir gün, yine doldurmak istediğimde fark ediyordum haberimin olmadığını. ama başka da birisi yazamıyordu, okuyamıyordu. açamıyordu bile. bahsi geçen insana bile ulaştıramıyordum. ağzımı açıp itiraf edemiyordum. ve edemediğim bu itiraf, bir şekilde boşluklar yaratıyordu hayatımda. özlemler yaratıyordu, yaşayamadıklarıma dair. itiraf edebildiğimdeyse değişen hiçbir şey olmuyordu. gerekenden fazlasını bekliyordum belki de bu itiraftan. bana istediğimi vermiyordu. ben de içimde saklı tutmaya böyle başlamıştım. arada bir içimi acıtmasını seviyordum. gözlerimi bir noktaya diktiğimde, okuyacak bir seyir defterimin olmasını seviyordum. adına kötü şeyler yazılmamış oluyordu üstelik böylece. hikayeyi kendime çevirip şanssızlığımı karalamama fırsat kalmıyordu. geçmişin sevilen anıları olarak kalıyorlardı. ve birkaç "keşke" ile süsleniyordu durmadan. süslendikçe güzelleşiyor, güzelleştikçe hayran bırakıyordu. yenilerini aramaya itiyordu bir noktadan sonra. herhangi biri işte o.. itirafımdan onu nasıl sakladığımı dahi bilmeyen biri. hep geçmişte kalıyorsun. gelecek olabilmen için de itiraf etmem şart sanırım. peki ya bu şanssızlığım? seyir defterlerinin en sevmediğim bölümü, en sevmediğim sonucu. böyle durumlarda susmak ve konuşmaktan başka bir seçenek daha olmalı. "seni gerçekten anlıyorum." diyemediğim için hep o kişi "herhangi biri". ya da anlamak istemeyeceğinden korkumdan. iç sesi "herkes öyle diyor da kimse anlamıyor nedense" diyecek diye korkumdan. kim olduğu -aslında- nasıl da önemli olan. asla "herhangi biri" denmeyecek birisi. seyir defterlerinde başrol oynayan ve çoğu zaman da ödülü kapan oyuncu o. oysa henüz üçüncü bir seçenek yaratamadım kendime. şimdilik ya susmalıyım ya konuşmalı. susmak çok daha zor konuşmaktan. ancak yapmam gereken sanırım bu. onu anladığımı söylediğimde bana değer vereceğini bilene kadar yapmam gereken bu.
bana güven. seni anladığımı söylüyorsam anlıyorumdur.
14 Eylül 2009 Pazartesi
6 Eylül 2009 Pazar
uyumayı zaman kaybı olarak düşündüğüm anlar o kadar fazladır ki. hiçbir zaman da gün boyunca uyumayı düşünmemişimdir. sabah uyuyup akşam kalkışlarım olmuştur ama tam bir günü bulmamıştır hiç.
yaklaşık 16 saat uyanık kaldığım zaman çenemden başıma doğru bir ağrı yayılıyor. sebebi 20'lik dişlerim de olabilir. daha önce hiç çıkarmadığım için bilemiyorum nasıl bir etki yaptıklarını. 17. saatte uyumayı denersem, çenemi rahatlatamamaktan dönüp durmaya başlıyorum. zaten uykum olduğu için değil, ağrıyı hissetmemek için giriyorum yatağa. ama çözüm değil. yine belli bir süre uyanık kaldığım zaman uykumun gelmesi gerekirken uykum kaçıyor. bugün de onlardan biri işte.
aynı durum nescafe içtiğimde de oluyor. beynimin yoğun bir sıvı gibi aktığını hissediyorum. bedenim uykuya ihtiyaç duyarken beynim uyanık kalmak istiyor. sonunda uykuya yenik düşebildiğimde garip rüyalarım beni bekliyor oluyor. bu sefer de rüyalarla uğraşmaktan dinlenemiyorum.
bazen miskin bir kedi olmak istiyorum. sırf her fırsatta mayışabilmek için. sobanın kenarına kıvrılmış, uyuyan o kedideki rahatlığı bulabilmek için. sonra çevirmeye üşendiğim yastığımı hatırlayıp vazgeçiyorum.
bir gizemi olmalı uykunun. özellikle rüyalarla birleştiğinde.
yaklaşık 16 saat uyanık kaldığım zaman çenemden başıma doğru bir ağrı yayılıyor. sebebi 20'lik dişlerim de olabilir. daha önce hiç çıkarmadığım için bilemiyorum nasıl bir etki yaptıklarını. 17. saatte uyumayı denersem, çenemi rahatlatamamaktan dönüp durmaya başlıyorum. zaten uykum olduğu için değil, ağrıyı hissetmemek için giriyorum yatağa. ama çözüm değil. yine belli bir süre uyanık kaldığım zaman uykumun gelmesi gerekirken uykum kaçıyor. bugün de onlardan biri işte.
aynı durum nescafe içtiğimde de oluyor. beynimin yoğun bir sıvı gibi aktığını hissediyorum. bedenim uykuya ihtiyaç duyarken beynim uyanık kalmak istiyor. sonunda uykuya yenik düşebildiğimde garip rüyalarım beni bekliyor oluyor. bu sefer de rüyalarla uğraşmaktan dinlenemiyorum.
bazen miskin bir kedi olmak istiyorum. sırf her fırsatta mayışabilmek için. sobanın kenarına kıvrılmış, uyuyan o kedideki rahatlığı bulabilmek için. sonra çevirmeye üşendiğim yastığımı hatırlayıp vazgeçiyorum.
bir gizemi olmalı uykunun. özellikle rüyalarla birleştiğinde.
6 Ağustos 2009 Perşembe
eylül havası
onca sıcak geçen iki gün sonrası oluşan nemli hava. ve arkası bulutlu bir gökyüzü. yaz yağmuru gibi başlamıştı oysa. ancak değil, bildiğin eylül yağmuru. eylül şimşekleri..
her sene daha da olgunlaşmamı sağlayan bir ay eylül. melankolinin dibine vurduğum, belki abartıp depresife bağladığım, en çok şeyi ürettiğim ay eylül. en sevdiğim..
dışarı çıkarken üste alınan ince bir mont. ya da hırka. benim için öyle değerli ki.. kendimi iyi hissediyorum o incecik sıcaklıkta. ara ara soğuk rüzgarı hissetmek vücudunda..
bir eylül çocuğu olarak dünyaya gelişim midir sebebi bilmiyorum. ama kimi bilsem benimle doğduğum ayı paylaşan, sevmiyorum diyemiyor. işte öyle bir eylül havası var ki dışarıda.. evde oturup kalmak sıkıyor şu an canımı. hem ağustos sıcağı hem eylül havası. kaçırmak istemezdim şu an yağan yağmuru.
her sene daha da olgunlaşmamı sağlayan bir ay eylül. melankolinin dibine vurduğum, belki abartıp depresife bağladığım, en çok şeyi ürettiğim ay eylül. en sevdiğim..
dışarı çıkarken üste alınan ince bir mont. ya da hırka. benim için öyle değerli ki.. kendimi iyi hissediyorum o incecik sıcaklıkta. ara ara soğuk rüzgarı hissetmek vücudunda..
bir eylül çocuğu olarak dünyaya gelişim midir sebebi bilmiyorum. ama kimi bilsem benimle doğduğum ayı paylaşan, sevmiyorum diyemiyor. işte öyle bir eylül havası var ki dışarıda.. evde oturup kalmak sıkıyor şu an canımı. hem ağustos sıcağı hem eylül havası. kaçırmak istemezdim şu an yağan yağmuru.
31 Temmuz 2009 Cuma
baba
son zamanlarda davranışlarını kafama taktığım bir insan var. hem de yanıbaşımdan birisi: babam. ona karşı ne hissettiğimi anlayamıyorum şu an. her akşam, televizyonun karşısında hiç kalkmadan yatışına şahit oluyorum. amaçsız bir şekilde öfkeleniyorum. her sabah kahvaltıdan sonra yaktığı sigarayı gördüğümde.. öyle yüklü bir öfke ki, onu dinlemek bile isteyemiyorum daha sonra. tüm iyi niyetini kullanarak söylediği şeyde bile zıtlaşabiliyorum onunla. babam olmasını istediğim adam değil o. belki bir yanı öyle ama olumsuzlukları, olumlu yanları süpürüp götürüyor. onu sevemiyorum...
daha önceleri sözlüğe yazdığım bir şeyi buradan da paylaşmak istiyorum.
başlık: babadan nefret etmek
anlık bir nefrettir. yılların sürükleyip getirdiği sevgisizliklerin patlama halidir. o nefret anı geçince zaman gerekir eskisi kadar sevmeye..
küçükken isteklerimi yerine getirmek için can atardı. bir şey isteyip de yapamadığında yüzü asılırdı hemen. sırf o yüzü öyle üzgün görmemek için yapıp yapamayacağını düşünerek isterdim her şeyi. akşam, zili çaldığında koşa koşa giderdim kapıya. gözlerinin içine bakardım; sarılsın, öpsün, halimi hatrımı sorsun diye. kucağına atlamak isterdim de yapamazdım hiç. sanki ben sarılsam o ayıracakmış gibi hissetmekten yapamazdım. ses etmezdim, öylece seyrederdim kapıdan girişini. getirdiği çikolatalarla anca güç bulurdum öpmek için. zaman geçtikçe kapıya koşmamaya başladım. o da artık çikolata getirmiyordu üstelik. büyüyorduk biz ve o yaşlanıyordu.
sonraları her şeye karışan bir insana dönüşüvermişti. haklıydı elbette. yapılmaması gereken şeyler için hep uyarırdı. yaptığımda bir şekilde cezalandırıp tepkisini koyardı ortaya. ufaktan ufaktan kızgınlık duymaya başlamıştım. kucaklamaktan korktuğum bir insanın cezalarına uymak ağır geliyordu bir yandan. aldırmıyordum çok da. nasılsa kızgınlığı geçiyordu ve nasılsa cezanın bir süresi oluyordu ve zaman durmadan ilerliyordu.
ilerleyen zaman benimle birlikte onu da değiştiriyordu. bunu böyle düşünen sadece ben değildim, buradan anlıyordum onun da değiştiğini. sık sık aile kavgalarına şahit olmaya başlamıştım. evi terk etmek istediğini söylemişti bir keresinde. gitmesin diye saatlerce ağlamıştım bir köşeye çekilip. ağlamam da fayda etmiyordu, hala bağrışmalar sürüyordu. o an da sarılmak istemiştim sıkı sıkı, yine yapamamıştım ve bu sefer öfke de vardı içimde: terk edecekti bizi. biraz ortalık durulur gibi olmuştu, anneme dönüp "sırf bu çocuğun hatrına kalıyorum." diyip oturuvermişti koltuğa. üzülmeye devam mı etmeliydim, sevinmeli miydim bilememiştim. yine de ağlamayı bırakıp ben de oturmuştum bir koltuğa. kimse ağzını açmıyordu, benimse hiçbir zaman zaten cesaretim olmamıştı. o günü de atlatmıştık.
terk edip gidememenin acısını bizden çıkarmaya başlamıştı sanırım daha da sonraları. benim için kaldığını bildiğimden tek bir şey olsun isteyemez durumdaydım. belki farkındaydı, belki değildi. o an bunu düşünmemiştim.
sonra "hikayenin sonunu siz getirin" diyen bir öğretmenin öğrencilerine kalmış sanırım bu nefret anı. babalık görevlerinden sıyrılmış bir insan oluştuysa karşınızda elbette ki zaman nefreti getirecektir. siz bir kıyıda usul usul derdinize ağlarken kalkıp size susmanız için bir tokat attığında ve o güne kadar hiç kanamamış burnunuz o tokat sayesinde kanadıysa o an sevilesi yanı kalmamıştır artık o insanın. "gitme" demiş olmanın cezasıdır belki bu. o andır işte babadan nefret etmek. zaman nefreti silecektir. belki hala sevmeyeceksinizdir ama nefretinizi götürecektir. geri gelmesi ise tamamen babanın elinde. evi otel odası gibi kullanmaya başladıysa eğer ve sizi karşısında garsonu gibi görüyorsa geri gelmemesi için sebep bulamazsınız. evde susuz kalmış, aç yatmış olmanız onu ilgilendirmiyorsa sevilecek ne yanı kalmıştır?
sanırım o baba artık sadece bir insan olmuştur. kendine yaşayan birisi... böyle yapan bir insana baba diyebilmek gelmiyor içimden. bir baba sadece kendine yaşayabilir mi? yine de gelmiyor içimden babadan nefret etmek demek. bir babaya nefret duyulabilir mi?
belki çok kişisel düşünüyorum ama sizin de sadece bir tane babanız yok mu?
daha önceleri sözlüğe yazdığım bir şeyi buradan da paylaşmak istiyorum.
başlık: babadan nefret etmek
anlık bir nefrettir. yılların sürükleyip getirdiği sevgisizliklerin patlama halidir. o nefret anı geçince zaman gerekir eskisi kadar sevmeye..
küçükken isteklerimi yerine getirmek için can atardı. bir şey isteyip de yapamadığında yüzü asılırdı hemen. sırf o yüzü öyle üzgün görmemek için yapıp yapamayacağını düşünerek isterdim her şeyi. akşam, zili çaldığında koşa koşa giderdim kapıya. gözlerinin içine bakardım; sarılsın, öpsün, halimi hatrımı sorsun diye. kucağına atlamak isterdim de yapamazdım hiç. sanki ben sarılsam o ayıracakmış gibi hissetmekten yapamazdım. ses etmezdim, öylece seyrederdim kapıdan girişini. getirdiği çikolatalarla anca güç bulurdum öpmek için. zaman geçtikçe kapıya koşmamaya başladım. o da artık çikolata getirmiyordu üstelik. büyüyorduk biz ve o yaşlanıyordu.
sonraları her şeye karışan bir insana dönüşüvermişti. haklıydı elbette. yapılmaması gereken şeyler için hep uyarırdı. yaptığımda bir şekilde cezalandırıp tepkisini koyardı ortaya. ufaktan ufaktan kızgınlık duymaya başlamıştım. kucaklamaktan korktuğum bir insanın cezalarına uymak ağır geliyordu bir yandan. aldırmıyordum çok da. nasılsa kızgınlığı geçiyordu ve nasılsa cezanın bir süresi oluyordu ve zaman durmadan ilerliyordu.
ilerleyen zaman benimle birlikte onu da değiştiriyordu. bunu böyle düşünen sadece ben değildim, buradan anlıyordum onun da değiştiğini. sık sık aile kavgalarına şahit olmaya başlamıştım. evi terk etmek istediğini söylemişti bir keresinde. gitmesin diye saatlerce ağlamıştım bir köşeye çekilip. ağlamam da fayda etmiyordu, hala bağrışmalar sürüyordu. o an da sarılmak istemiştim sıkı sıkı, yine yapamamıştım ve bu sefer öfke de vardı içimde: terk edecekti bizi. biraz ortalık durulur gibi olmuştu, anneme dönüp "sırf bu çocuğun hatrına kalıyorum." diyip oturuvermişti koltuğa. üzülmeye devam mı etmeliydim, sevinmeli miydim bilememiştim. yine de ağlamayı bırakıp ben de oturmuştum bir koltuğa. kimse ağzını açmıyordu, benimse hiçbir zaman zaten cesaretim olmamıştı. o günü de atlatmıştık.
terk edip gidememenin acısını bizden çıkarmaya başlamıştı sanırım daha da sonraları. benim için kaldığını bildiğimden tek bir şey olsun isteyemez durumdaydım. belki farkındaydı, belki değildi. o an bunu düşünmemiştim.
sonra "hikayenin sonunu siz getirin" diyen bir öğretmenin öğrencilerine kalmış sanırım bu nefret anı. babalık görevlerinden sıyrılmış bir insan oluştuysa karşınızda elbette ki zaman nefreti getirecektir. siz bir kıyıda usul usul derdinize ağlarken kalkıp size susmanız için bir tokat attığında ve o güne kadar hiç kanamamış burnunuz o tokat sayesinde kanadıysa o an sevilesi yanı kalmamıştır artık o insanın. "gitme" demiş olmanın cezasıdır belki bu. o andır işte babadan nefret etmek. zaman nefreti silecektir. belki hala sevmeyeceksinizdir ama nefretinizi götürecektir. geri gelmesi ise tamamen babanın elinde. evi otel odası gibi kullanmaya başladıysa eğer ve sizi karşısında garsonu gibi görüyorsa geri gelmemesi için sebep bulamazsınız. evde susuz kalmış, aç yatmış olmanız onu ilgilendirmiyorsa sevilecek ne yanı kalmıştır?
sanırım o baba artık sadece bir insan olmuştur. kendine yaşayan birisi... böyle yapan bir insana baba diyebilmek gelmiyor içimden. bir baba sadece kendine yaşayabilir mi? yine de gelmiyor içimden babadan nefret etmek demek. bir babaya nefret duyulabilir mi?
belki çok kişisel düşünüyorum ama sizin de sadece bir tane babanız yok mu?
19 Haziran 2009 Cuma
öss adına
öss geçti, gitti. bir beklentim yoktu. sadece o kadar stressiz, o kadar rahattım ki... biraz da olsa bu durumuma güvenmeye başlamıştım. "zor" deseler de bence sadece daha fazla zaman isteyen bir sınavdı, zor değildi. tabii ben bunu hazırlanmamış birisi olarak söylüyorum. okumadığım sorular da oldu ama sorun bence zamandaydı. şimdi bakınca bana sürpriz gibi gelecek bir sonuç yok ortada. seneye hazırlanmak düşüyor bu durumda bana. ve ben her haziran olduğu gibi yine kararsızım. hiçbir derdim olmasa, yazın başlangıcı kararsızlığım tutar. şimdiki ise daha çok gelecek öğrenim hayatıma yönelik. 3-4 fikir var kafamda. güzel sanatlar, sanırım resim. düşündüğümde severek yapacağım bir şey ama getirisi çok da fazla olmaz sanıyorum. yaşadıklarım sayesinde işin "getiri" boyutunu düşünmek zorundayım artık. yoksa daha düne kadar bakışım bambaşkaydı. güzel bir zaman geçirmekti amacım ve merak ettiklerimin peşinden gidebilmekti. yine ona göre bir fikrim daha: fizik. vazgeçme sebebim, hazırlanmanın zor olacağı. hem de etrafıma bakınınca o bölüme yönlendirilenlerden ürküyorum. ve devamı bir fikir daha: astronomi. hazırlanma aşaması daha kolay ancak bölüm olarak zaten fizik okumuş kadar olmalıyım. hem de iş imkanının dışarıda olması biraz düşündürücü geliyor şu halimde. son olarak yine güzel sanatlar. bu da bu sene hazırlanabileceğim fikri. daha doğrusu fikirsizliği. hiç bilgim yokken bu konuda yetenek sınavını geçmek mi? olanaksız gibi. her şeye rağmen yine de bir hazılanma isteği.. mevsim geçişlerini atlatabildiğim sürece yolunda gidecektir sanıyorum ki.
12 Haziran 2009 Cuma
hastalık hali
sayısını kestiremediğim günler boyunca hastaydım. belki 3 gündü belki 1 haftaydı belki de hala hastayım... bilirsin işte, benim "hastalık" derken neyi kastettiğimi. kriz anları, sinir içinde gelen deli gücüm, çarpık düşüncelerim ve dünyam, benim dünyam... kelimelere dökememenin acısına gark olmak bir yandan. isyan üzerine isyan yağdırmak, alabildiğine sessizce, alabildiğine hırçınca. hem yalnızlığı istemek hem de kurtarılmayı beklemek o andan. üzerindekini maske olarak yansıttıklarının çaresizliği bir taraftan, iyi olunca her şeyi sadece senin unutacak olman diğer taraftan. ne dediğini - ne yaptığını senin hatırlayamayacağın kadar başkalarının içine derin derin kazınması sonucu oluşan yalnızlık hali daha sonrası. kaçış isteklerin, 2. tekil kişiye hitap eden cümlelerin, iyi olma adına ümitsizliğin ve körlüğe geçişin... "bu son muydu?" düşüncesi annenin... inanamadıklarının arasına sıkışıp kalmış bir düşünce işte sana, bu son muydu?
daha tarif edilmesi gereken şey, bundan ne kadar da fazla! susuyorum ben sürekli, içime konuşuyorum. içime atıyorum çığlıklarımı. içime tıkıyorum öfkemi. ve sonunda kendi içimde boğuluyorum, boğuyorum kendimi..
daha tarif edilmesi gereken şey, bundan ne kadar da fazla! susuyorum ben sürekli, içime konuşuyorum. içime atıyorum çığlıklarımı. içime tıkıyorum öfkemi. ve sonunda kendi içimde boğuluyorum, boğuyorum kendimi..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)