31 Aralık 2009 Perşembe

iki saattir boş boş ekrana bakıyorum. bir cümle daha yazmak için muhtemelen bir iki saat daha bakacağım.

eksik olan şey müzik. yazabilmem için gerekli olan da müzik. ... olmuyor, yazamıyorum.

deneme. deneme bir ki. deneme.

eskişehir'deyim şu an. bütün şarkılarımın silinmesi yetmezmiş gibi bir de hoparlörleri götürmüştüm istanbul'a. haliyle bilgisayardan çıkabilen sesler sadece "bip" tarzında sesler. ki o sesleri de çıkarmak biraz zahmetlice. ha bir de kasanın açık olduğunu gösteren bir ses. rahatsız edici.

böyle hoplayıp zıplayasım var. master of puppets dinlerken mesela. resmen bir ihtiyaç şeklinde. ya da oturduğum yerden war ensemble dinlerken kolumu bacağımı bir yere çarptığımda çıkan sesten korkmaya ihtiyacım var. bir keresinde bu şekilde kafama cd çantası düşürmeyi başarmıştım. korkmak, insanın içindeki tüm duyguları belli bir süreliğine işlevsiz hale getiriyor. bir de bu korku cd çantasıyla oluşunca... ama en güzel yanı, duygular işlevsizken insanın içine war ensemble dolması.. yeniden doğmak gibi.

müzik eşliğinde yazmaya biraz fazla alışmışım. şu an yazabileceğim şeyler de muhtemelen müziğin hayalinden başka şeyler olmayacak ya da dönüp dolaşıp onun eksikliğine gelecek. kafamda, güzel olacağını düşündüğüm birkaç fikir var. ancak gerçekleştirebilmem için zamana ihtiyacım var. zaman harcayarak yapabileceğim şeyler. sanırım istanbul'da bilgisayarımın ve internetimin olmasını bekleyeceğim bunun için. yalnızken yapmak daha çok zevk verecek. bir kısmı da buraya yerleşecek. istediğim gibi olursa tabii. ya da olabilirse.

14 Eylül 2009 Pazartesi

herhangi biri

herhangi bir kimseydi. kim olduğu -aslında- hiç de önemli olmayan birisiydi. onu anladığımı düşünüyordum. bunu düşünebilmem için bir iletişim gerekmiyordu. biraz da bu özgürlükten yararlanarak düşünüyordum. bir seyir gerekiyordu. kafada oluşturulan bir seyir defteri gerekiyordu. diğer her şeyi beyin hallediyordu. defterin sayfalarını dolduruyordu. kimi zaman ben istiyordum dolmasını. kimi zamansa habersizce yazıyordu. bir gün, yine doldurmak istediğimde fark ediyordum haberimin olmadığını. ama başka da birisi yazamıyordu, okuyamıyordu. açamıyordu bile. bahsi geçen insana bile ulaştıramıyordum. ağzımı açıp itiraf edemiyordum. ve edemediğim bu itiraf, bir şekilde boşluklar yaratıyordu hayatımda. özlemler yaratıyordu, yaşayamadıklarıma dair. itiraf edebildiğimdeyse değişen hiçbir şey olmuyordu. gerekenden fazlasını bekliyordum belki de bu itiraftan. bana istediğimi vermiyordu. ben de içimde saklı tutmaya böyle başlamıştım. arada bir içimi acıtmasını seviyordum. gözlerimi bir noktaya diktiğimde, okuyacak bir seyir defterimin olmasını seviyordum. adına kötü şeyler yazılmamış oluyordu üstelik böylece. hikayeyi kendime çevirip şanssızlığımı karalamama fırsat kalmıyordu. geçmişin sevilen anıları olarak kalıyorlardı. ve birkaç "keşke" ile süsleniyordu durmadan. süslendikçe güzelleşiyor, güzelleştikçe hayran bırakıyordu. yenilerini aramaya itiyordu bir noktadan sonra. herhangi biri işte o.. itirafımdan onu nasıl sakladığımı dahi bilmeyen biri. hep geçmişte kalıyorsun. gelecek olabilmen için de itiraf etmem şart sanırım. peki ya bu şanssızlığım? seyir defterlerinin en sevmediğim bölümü, en sevmediğim sonucu. böyle durumlarda susmak ve konuşmaktan başka bir seçenek daha olmalı. "seni gerçekten anlıyorum." diyemediğim için hep o kişi "herhangi biri". ya da anlamak istemeyeceğinden korkumdan. iç sesi "herkes öyle diyor da kimse anlamıyor nedense" diyecek diye korkumdan. kim olduğu -aslında- nasıl da önemli olan. asla "herhangi biri" denmeyecek birisi. seyir defterlerinde başrol oynayan ve çoğu zaman da ödülü kapan oyuncu o. oysa henüz üçüncü bir seçenek yaratamadım kendime. şimdilik ya susmalıyım ya konuşmalı. susmak çok daha zor konuşmaktan. ancak yapmam gereken sanırım bu. onu anladığımı söylediğimde bana değer vereceğini bilene kadar yapmam gereken bu.

bana güven. seni anladığımı söylüyorsam anlıyorumdur.

6 Eylül 2009 Pazar

uyumayı zaman kaybı olarak düşündüğüm anlar o kadar fazladır ki. hiçbir zaman da gün boyunca uyumayı düşünmemişimdir. sabah uyuyup akşam kalkışlarım olmuştur ama tam bir günü bulmamıştır hiç.

yaklaşık 16 saat uyanık kaldığım zaman çenemden başıma doğru bir ağrı yayılıyor. sebebi 20'lik dişlerim de olabilir. daha önce hiç çıkarmadığım için bilemiyorum nasıl bir etki yaptıklarını. 17. saatte uyumayı denersem, çenemi rahatlatamamaktan dönüp durmaya başlıyorum. zaten uykum olduğu için değil, ağrıyı hissetmemek için giriyorum yatağa. ama çözüm değil. yine belli bir süre uyanık kaldığım zaman uykumun gelmesi gerekirken uykum kaçıyor. bugün de onlardan biri işte.

aynı durum nescafe içtiğimde de oluyor. beynimin yoğun bir sıvı gibi aktığını hissediyorum. bedenim uykuya ihtiyaç duyarken beynim uyanık kalmak istiyor. sonunda uykuya yenik düşebildiğimde garip rüyalarım beni bekliyor oluyor. bu sefer de rüyalarla uğraşmaktan dinlenemiyorum.

bazen miskin bir kedi olmak istiyorum. sırf her fırsatta mayışabilmek için. sobanın kenarına kıvrılmış, uyuyan o kedideki rahatlığı bulabilmek için. sonra çevirmeye üşendiğim yastığımı hatırlayıp vazgeçiyorum.

bir gizemi olmalı uykunun. özellikle rüyalarla birleştiğinde.

6 Ağustos 2009 Perşembe

eylül havası

onca sıcak geçen iki gün sonrası oluşan nemli hava. ve arkası bulutlu bir gökyüzü. yaz yağmuru gibi başlamıştı oysa. ancak değil, bildiğin eylül yağmuru. eylül şimşekleri..

her sene daha da olgunlaşmamı sağlayan bir ay eylül. melankolinin dibine vurduğum, belki abartıp depresife bağladığım, en çok şeyi ürettiğim ay eylül. en sevdiğim..

dışarı çıkarken üste alınan ince bir mont. ya da hırka. benim için öyle değerli ki.. kendimi iyi hissediyorum o incecik sıcaklıkta. ara ara soğuk rüzgarı hissetmek vücudunda..

bir eylül çocuğu olarak dünyaya gelişim midir sebebi bilmiyorum. ama kimi bilsem benimle doğduğum ayı paylaşan, sevmiyorum diyemiyor. işte öyle bir eylül havası var ki dışarıda.. evde oturup kalmak sıkıyor şu an canımı. hem ağustos sıcağı hem eylül havası. kaçırmak istemezdim şu an yağan yağmuru.

31 Temmuz 2009 Cuma

baba

son zamanlarda davranışlarını kafama taktığım bir insan var. hem de yanıbaşımdan birisi: babam. ona karşı ne hissettiğimi anlayamıyorum şu an. her akşam, televizyonun karşısında hiç kalkmadan yatışına şahit oluyorum. amaçsız bir şekilde öfkeleniyorum. her sabah kahvaltıdan sonra yaktığı sigarayı gördüğümde.. öyle yüklü bir öfke ki, onu dinlemek bile isteyemiyorum daha sonra. tüm iyi niyetini kullanarak söylediği şeyde bile zıtlaşabiliyorum onunla. babam olmasını istediğim adam değil o. belki bir yanı öyle ama olumsuzlukları, olumlu yanları süpürüp götürüyor. onu sevemiyorum...
daha önceleri sözlüğe yazdığım bir şeyi buradan da paylaşmak istiyorum.

başlık: babadan nefret etmek

anlık bir nefrettir. yılların sürükleyip getirdiği sevgisizliklerin patlama halidir. o nefret anı geçince zaman gerekir eskisi kadar sevmeye..


küçükken isteklerimi yerine getirmek için can atardı. bir şey isteyip de yapamadığında yüzü asılırdı hemen. sırf o yüzü öyle üzgün görmemek için yapıp yapamayacağını düşünerek isterdim her şeyi. akşam, zili çaldığında koşa koşa giderdim kapıya. gözlerinin içine bakardım; sarılsın, öpsün, halimi hatrımı sorsun diye. kucağına atlamak isterdim de yapamazdım hiç. sanki ben sarılsam o ayıracakmış gibi hissetmekten yapamazdım. ses etmezdim, öylece seyrederdim kapıdan girişini. getirdiği çikolatalarla anca güç bulurdum öpmek için. zaman geçtikçe kapıya koşmamaya başladım. o da artık çikolata getirmiyordu üstelik. büyüyorduk biz ve o yaşlanıyordu.

sonraları her şeye karışan bir insana dönüşüvermişti. haklıydı elbette. yapılmaması gereken şeyler için hep uyarırdı. yaptığımda bir şekilde cezalandırıp tepkisini koyardı ortaya. ufaktan ufaktan kızgınlık duymaya başlamıştım. kucaklamaktan korktuğum bir insanın cezalarına uymak ağır geliyordu bir yandan. aldırmıyordum çok da. nasılsa kızgınlığı geçiyordu ve nasılsa cezanın bir süresi oluyordu ve zaman durmadan ilerliyordu.

ilerleyen zaman benimle birlikte onu da değiştiriyordu. bunu böyle düşünen sadece ben değildim, buradan anlıyordum onun da değiştiğini. sık sık aile kavgalarına şahit olmaya başlamıştım. evi terk etmek istediğini söylemişti bir keresinde. gitmesin diye saatlerce ağlamıştım bir köşeye çekilip. ağlamam da fayda etmiyordu, hala bağrışmalar sürüyordu. o an da sarılmak istemiştim sıkı sıkı, yine yapamamıştım ve bu sefer öfke de vardı içimde: terk edecekti bizi. biraz ortalık durulur gibi olmuştu, anneme dönüp "sırf bu çocuğun hatrına kalıyorum." diyip oturuvermişti koltuğa. üzülmeye devam mı etmeliydim, sevinmeli miydim bilememiştim. yine de ağlamayı bırakıp ben de oturmuştum bir koltuğa. kimse ağzını açmıyordu, benimse hiçbir zaman zaten cesaretim olmamıştı. o günü de atlatmıştık.

terk edip gidememenin acısını bizden çıkarmaya başlamıştı sanırım daha da sonraları. benim için kaldığını bildiğimden tek bir şey olsun isteyemez durumdaydım. belki farkındaydı, belki değildi. o an bunu düşünmemiştim.

sonra "hikayenin sonunu siz getirin" diyen bir öğretmenin öğrencilerine kalmış sanırım bu nefret anı. babalık görevlerinden sıyrılmış bir insan oluştuysa karşınızda elbette ki zaman nefreti getirecektir. siz bir kıyıda usul usul derdinize ağlarken kalkıp size susmanız için bir tokat attığında ve o güne kadar hiç kanamamış burnunuz o tokat sayesinde kanadıysa o an sevilesi yanı kalmamıştır artık o insanın. "gitme" demiş olmanın cezasıdır belki bu. o andır işte babadan nefret etmek. zaman nefreti silecektir. belki hala sevmeyeceksinizdir ama nefretinizi götürecektir. geri gelmesi ise tamamen babanın elinde. evi otel odası gibi kullanmaya başladıysa eğer ve sizi karşısında garsonu gibi görüyorsa geri gelmemesi için sebep bulamazsınız. evde susuz kalmış, aç yatmış olmanız onu ilgilendirmiyorsa sevilecek ne yanı kalmıştır?

sanırım o baba artık sadece bir insan olmuştur. kendine yaşayan birisi... böyle yapan bir insana baba diyebilmek gelmiyor içimden. bir baba sadece kendine yaşayabilir mi? yine de gelmiyor içimden babadan nefret etmek demek. bir babaya nefret duyulabilir mi?

belki çok kişisel düşünüyorum ama sizin de sadece bir tane babanız yok mu?

19 Haziran 2009 Cuma

öss adına

öss geçti, gitti. bir beklentim yoktu. sadece o kadar stressiz, o kadar rahattım ki... biraz da olsa bu durumuma güvenmeye başlamıştım. "zor" deseler de bence sadece daha fazla zaman isteyen bir sınavdı, zor değildi. tabii ben bunu hazırlanmamış birisi olarak söylüyorum. okumadığım sorular da oldu ama sorun bence zamandaydı. şimdi bakınca bana sürpriz gibi gelecek bir sonuç yok ortada. seneye hazırlanmak düşüyor bu durumda bana. ve ben her haziran olduğu gibi yine kararsızım. hiçbir derdim olmasa, yazın başlangıcı kararsızlığım tutar. şimdiki ise daha çok gelecek öğrenim hayatıma yönelik. 3-4 fikir var kafamda. güzel sanatlar, sanırım resim. düşündüğümde severek yapacağım bir şey ama getirisi çok da fazla olmaz sanıyorum. yaşadıklarım sayesinde işin "getiri" boyutunu düşünmek zorundayım artık. yoksa daha düne kadar bakışım bambaşkaydı. güzel bir zaman geçirmekti amacım ve merak ettiklerimin peşinden gidebilmekti. yine ona göre bir fikrim daha: fizik. vazgeçme sebebim, hazırlanmanın zor olacağı. hem de etrafıma bakınınca o bölüme yönlendirilenlerden ürküyorum. ve devamı bir fikir daha: astronomi. hazırlanma aşaması daha kolay ancak bölüm olarak zaten fizik okumuş kadar olmalıyım. hem de iş imkanının dışarıda olması biraz düşündürücü geliyor şu halimde. son olarak yine güzel sanatlar. bu da bu sene hazırlanabileceğim fikri. daha doğrusu fikirsizliği. hiç bilgim yokken bu konuda yetenek sınavını geçmek mi? olanaksız gibi. her şeye rağmen yine de bir hazılanma isteği.. mevsim geçişlerini atlatabildiğim sürece yolunda gidecektir sanıyorum ki.

12 Haziran 2009 Cuma

hastalık hali

sayısını kestiremediğim günler boyunca hastaydım. belki 3 gündü belki 1 haftaydı belki de hala hastayım... bilirsin işte, benim "hastalık" derken neyi kastettiğimi. kriz anları, sinir içinde gelen deli gücüm, çarpık düşüncelerim ve dünyam, benim dünyam... kelimelere dökememenin acısına gark olmak bir yandan. isyan üzerine isyan yağdırmak, alabildiğine sessizce, alabildiğine hırçınca. hem yalnızlığı istemek hem de kurtarılmayı beklemek o andan. üzerindekini maske olarak yansıttıklarının çaresizliği bir taraftan, iyi olunca her şeyi sadece senin unutacak olman diğer taraftan. ne dediğini - ne yaptığını senin hatırlayamayacağın kadar başkalarının içine derin derin kazınması sonucu oluşan yalnızlık hali daha sonrası. kaçış isteklerin, 2. tekil kişiye hitap eden cümlelerin, iyi olma adına ümitsizliğin ve körlüğe geçişin... "bu son muydu?" düşüncesi annenin... inanamadıklarının arasına sıkışıp kalmış bir düşünce işte sana, bu son muydu?

daha tarif edilmesi gereken şey, bundan ne kadar da fazla! susuyorum ben sürekli, içime konuşuyorum. içime atıyorum çığlıklarımı. içime tıkıyorum öfkemi. ve sonunda kendi içimde boğuluyorum, boğuyorum kendimi..

2 Haziran 2009 Salı

güzel bir haziran olacak mı?..

edit: bu soruyu sorduğum zaman olabilecekleri görüyorum aslında. her defasında. kötü şeyleri görmezden gelmek adına aldatmaya çalışıyorum kendimi ama görüldüğü gibi, onlar yaşanıyor bu soru sonrasında. hiç güzel bir haziran değildi.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

"rallici olucam ben!"

bugünlük sınavları bitirmiş bulunmaktayım. malesef yarın da var... çok yorucu oluyor. tramvayla gidip geliyorum üstelik. dün gece uyuyamadım zaten. bugünden bu kadar yorulduğumu hissederken yarını düşünemiyorum bile. geçen sefer de, pazar gecesi acile gitmek zorunda kalmıştık. umarım bu sefer öyle olmaz. neden bu kadar yorucu olduğunu anlayamadım. hava da tam sıcak olacak günü bulmuş. sevmiyorum sıcağı!

dün de afyon'daydık. abimlerin kep atma törenleri vardı, ona gittik. dün gidip dün geldik. biraz da yollarda yorulmuştum... bu arada artık beni yol tutuyor sanırım. "yol tutması" neyse artık işte... özellikle bir şey okuyorsam çok kötü oluyorum. aynısı istanbul'a giderken trende de olmuştu. dün de oldu. zaten son zamanlarda yaptığım yolculuklar bunlardı. gezmeyi seviyorum. -karışan olmadığı sürece-

yine dün, abimin kız arkadaşı da bizimleydi. arabayı da abim sürüyordu. annemin "yavaş git oğlum" uyarısına kulağım o kadar alışmış ki sanki hiç demiyormuş gibi hissediyordum. ama dün yenge adayımız da "yavaş git" diyince duraksadım bir an. sanki yıllarca duymamışım gibi saçma geldi. oysa her yola çıktığımızda annem de söyler bunu. şoför koltuğunda kim varsa cevap değişmiyor yalnız: "şoförün işine karışılmaz!" bence de. ne gerek var ki? ehliyeti olan oysa, direksiyonu ona emanet ediyorsak neden böyle bir uyarıya ihtiyacı olsun ki?! gittiği hızı bilmeyecek kadar tecrübesizse, o zaman da anlamı yok zaten o uyarının. o ehliyeti ona kim vermiş, o zaman da bunu düşünmek lazım. araba kullanmayı seviyorum. bu zamana kadar sayılı kez oturmuş olsam da direksiyon başına, seviyorum. hatta buraya da not düşmek istiyorum:
arabayı 10 saatte anca park edebilen hatta hiç park edemeyen kadın sürücülerden olmayacağım!
olacaksam, sürücü olmamın da anlamı kalmaz yoksa benim için. hatta araba yarışlarına da bir ilgim var. küçüklükten gelen bir ilgi yine bu da. -bilime olan ilgim de o zamanlardandı.- her pazar sabahı ntv'de formula 1 yarışlarını seyretmek... şimdi tv'nin düğmesine bile dokunmuyorum. "rallici olucam ben!" diye gezdiğimi hatırlıyorum hala. bütün bu ilgi alanları, belki de içimdeki o "erkek olma isteği"nden oluşuvermişti o zamanlar. ya da "sadece erkeklere mahsus mu?" düşüncemdendir. bu konuya çok takılmıştım çünkü küçükken. ama hangisi sebebi oldu, hangisi sonucunu getirdi, kararsızım. o zamanlardan gelen bir isteğim yine: oğlumun olması. kendimdeki duyguları ona aşılamak istemiştim belki de. ve daha rahat bir insan olacağını düşünmüştüm hep, erkek olarak. ne yazık ki bu bizim elimizde değil. (bu cümleyi ben mi kurdum?) ama bu istekten uzaktayım şu an biraz daha. evliliği bile kestiremiyorum; yapılmalı mı, yapılmamalı mı? her şeye rağmen, yine de bir gün çocuğum olacaksa erkek olsun!

29 Nisan 2009 Çarşamba

değişimsizlik

yine bir nisan ayını bitiriyoruz. zaman hızlandıkça hızlanıyor benim için. hem de böyle her şey tek düze devam ederken. her şeyin yolunda gitmesi de sıkıyor insanı bir yerden sonra. her şeyin berbat bir şekilde düz gitmesi... değişikliklere ihtiyacım var. bir o kadar da herhangi bir değişikliği kaldıramayacağım düşüncesine sahibim. kendimle çok fazla çelişiyorum bu aralar. sonuncunda da yine bir şeyin değiştiği yok, çelişmeye devam ediyorum. dünyadan kopmuş durumdayım mesela şu an. evin içinde bile odamda kalmayı tercih eder bir durumdayım. gereksiz gördüğüm akışları görmemek adına belki bu davranışım ama böyle de hiç iyi olmadığını belirtmek isterim. bir süre sonra sesim bile titrek bir şekilde çıkıyor ilk cümlelerimde. güvensizlik getiriyor bu da kendi kendime. saçma mı konuşuyorum, saçma mı düşünüyorum diye kendimi irdeliyorum sonra. kurtulmam gereken durumlar arasında her ikisi de. çelişkiye düşecek kadar kendimle oynamamalıyım. hem de çevrede olup bitenleri "gereksiz" görüp kendi halime bırakmamalıyım kendimi. koca bir boşluğu doldurmak zaman alacaktır elbette, biliyorum. ama bilmediğim bir şey var, ben böyle iyi miyim? sadece boşluğu doldurmuş olmayı düşünüp durmakla bir yere gelemeyeceğimi ben de biliyorum herkes kadar. ancak uygulama adına neden bir eylem yapmadığımı kendim de merak ediyorum. acaba gerçekten ben böyle iyi miyim? çabalamadan elde etme isteğimden de kaynaklanıyor olabilir. bunun da kendim için belli bir sebebi var, maymun iştahlılık. o çabayı harcayarak, elde etme durumuna gelene kadar harcayacağım zamanda o istekten soğumuş olmayı anımsamak... peki şimdi yaptığım bir işe yarıyor mu? hayır. onun da farkındayım. isteksizliğime sebep olan nedir, bilmiyorum. farklı olma düşüncesi diyeceğim o zaman da "neden bir yerden başlamıyorsun madem?" diyeceksiniz. işte bilmediğim yer burası. kararsızım da. ne yapmak istediğimi ve nerede olmak istediğimi bilmiyorum. bu kavrama da fazla yükleniyorum belki. güzel bir şeyi illa beklemekle hata yapıyor olabilirim. belki ömrümün sonuna kadar o "güzel" işi bulamayacağımdır. bulmaya odaklandığım için bu duruma gelmiş olabilirim. konu "ben" olunca çözüm bulamıyorum nedense. hala aynı şekilde devam edeceğimi de bile bile bu kadar düşünceye dalmak da saçma geliyor aslına bakarsan. "hiçbir şey olmaması, kötü bir şey olmasından iyidir." diyemiyorum artık. değil çünkü, değil. daha fazla kararsızlığı ortaya çıkarıyor ve değiştirdiği bir şey de olmuyor. kötü de olsa, insanın değişime olan ihtiyacı sürekli bir şey...

26 Nisan 2009 Pazar

"ilk"

bu ilk yazıyı yazmak zor olacak benim için. başlamazsam devamı da gelmeyecek ama. tıpkı lisedeki kompozisyon sınavlarında olduğu gibi. 40 dakikanın son 10 dakikasında saçma sapan bir giriş bölümüyle, gelişen de gelişen ve sonunda büyük bir çelişkiyle biten kompozisyonlarımı hatırladım. bazen gerçekten güzel yazdığımı düşünürdüm. "10 dakikada ne yazabilirim ki" demiyordum ama zil sesini duyunca bir sonuç çıkarmak zorunda kalıyordum. bir şey sıkışıklığa gelmediği sürece çok keyifli oluyor. istersen en beceremediğin iş olsun. belirli bir süren yoksa eğer ertelemek kadar zevklisi var mıdır? en sevdiğin iş olsun, zamanın olmasın. yapmak sıkıyor bir şekilde o zaman. sizi bilmem ama benim bünye bu duruma stresle karşılık veriyor. hal böyle olunca da pek çok işime "şeytan" karışıyor. neyse ki şimdilik böyle bir sorunum yok. özellikle de buraya bir şeyler yazarken. sevdiğim bir iş bu. konuş deseler -ki derler genelde- o kadar tatlı gelmez anlatmak bana. yazıyı cazip kılan bir şeyler var, henüz çözemesem de. şu araya koyulan virgüller olsun, ayrı yazılan ki'ler olsun öyle güzel geliyor ki... evet belki vurguyu yeterince belli edemiyorsun böyle ama, konuşmayı denesem yazıdaki kadar açık bir şekilde anlatamam düşüncelerimi. hem böyle değişik bir akış sahibi olmaları hoşuma gidiyor düşüncelerimin. düşünerek aktarmamın da katkısı vardır sanıyorum bu işi sevmemde. öyle çabuk çabuk konuşmayı da sevemedim hiç. kısa kısa cümleler kurmamı, "nereye çekersen oraya" tarzı konuşmalarımı da kınadım hep. başkası yapınca da hoşuma gitmiyor. uzun uzun konuşsun, açık açık. dinlemeyi sevmediğimi henüz söylemedim. söylemeye de pek niyetim yok. dinlemek de hoşuma giden şeyler arasındadır. tabii biraz seçiciliğim de yok değil o konuda.

genelde mutluyken yazmak istiyorum buraya. yoksa yazdıklarım beni bile aşıp gidiyor, engel olamadan. şu an mutlu muyum? hayır, değilim. demek istediğim aslında bu. gereksiz bir sıkıntı anında yazmamak. durduk yere, okuyanın canını da sıkmamak. günlerimi daha fazla şey yaparak geçirdiğimde biliyorum ki daha fazla yazacak şeyim olacak. biraz da hazırda böyle bir şeyimin olmasını düşünerek yazıyorum bu yazıyı. dedim ya, ilk'i yapmak hep biraz sıkmıştır beni.