bugün önemli. ne açıdan bilmiyorum ama önemli. çünkü bugün benim saçıma sarı boya değdi! sarı! sarı? cidden sarı.
senelerdir "acaba benim kendi saç rengim daha mı güzeldi?" diye kendime sorup duruyordum. tabii boyalı saçın dibinden gözüken kendi saçım asla güzel görünmüyordu. defalarca karar verdim, son bi saçıma yakın bir renge boyayıp unutayım bu saç boyama işlerini diye. defalarca da o kızıllar aklımı çeldi, bozdum niyetimi. madem cezbeden kızıldı ben de kızıla boyayıp unuturdum bu saç boyama işlerini? bu öneri tüm organlarımca kabul görmüştü, süper fikirdi. derken o saçlar uzadı, uzadı... en son elimde makasla gezdiğim için uzun saçı da özlemiştim farkında olmadan. ve saçlarım uzadıkça makası da özlüyordum büyük bir farkındalıkla. benim bu cesaret kavramıyla başım dertte, hala dertte. ya hiç yok ya da çok var. işte o hiç olmadığı bir zamanıma denk geliyordu uzamış saçlarımdan da sıkıldığımı fark edişim. ama ben bunu denemiştim daha önceden? sevmiştim de bu kesme işini? tecrübeliyim ne de olsa? işte azıcık cesaret olsa o anda ellerim mıknatıs gibi çekecek makası kendine ama yok işte, bi gıdımcık yok. öyleyse hali hazırda cesareti olan birileri olmalı, kuaför. defalarca "emin misin?" diye sorduktan sonra kesmeye başladı uçlardan. ben istiyorum ki bu kadar sabretmişim madem, tüm boyalı kısımlar kesilsin gitsin saçımdan ama yok, kuaför hala: emin misin? kendim kadar kuaförü emin edemediğim için boyadan kurtulamamış orta uzunluktaki saçlarımla da bir müddet yaşamak zorunda kaldım. bu arada, elime bir daha makas almadım. kuaförün emin olduğu uzunluktaki saçlarımı epeyce o uzunlukta korumaya çalıştım. uçlardaki turunculuk azaldıkça içim gidiyordu. başarmama az kalmıştı bir yandan ama bir yandan da bu ben değildim işte. bir gün dışarı çıkıcam, montumu giydim, ayna karşısında saçlarımı düzeltirken, "beyaz mı o?!", "yok ya, ışık yansıyordur", "beyaz gibi de?", "yaaa", "başka da var mı acaba?", "insan neden arkasını göremez ki!"... tuhaf bir duyguymuş insanın saçlarında beyazlarla karşılaşması. sanki o güne kadar hep 18'dim de o gün birden 35 oluvermişim gibi. tabii o tek tel beyazı görünce beyaz ışığın altında, benim bütün kafa beyaz gibi görünmeye başladı gözüme. bir süre ışığın o muazzam güzelliğiyle avuttum kendimi. ikinci tel beyazı keşfetmem de uzun sürmedi. onu da gözlerimin bozukluğuna yoracak oldum ki "siyahı beyaz görecek duruma geleceğine iki tel beyazın olsun" dedim kendime ve tanışmaya karar verdim onlarla. artık her seferinde selamlaşıyoruz. neyse bu kabulleniş henüz sonlanmadı zaten de konumuz başkaydı. onca sabrıma karşılık o iki tel beyazla artık kendi saçlarıma sahiptim. o iki tel beyazı kendi saçıma katamıyordum henüz. o yüzden tamamiyle kendi saçım olmayacağını kabullenmek daha kolay geldi bir anda. ama işin kötüsü, onlardan kurtulamayacaktım ve malesef bunu biliyordum. yine bir zaman da bu şekilde geçip gitti. son birkaç aydır dünyayı kurtarma telaşı sarmışçasına aklım saçlarımda. görüyorum ki saçlarım konusunda bilgeliğe bir adım yaklaşmışım, sabretmeyi öğrenmişim. öğrensem ne, gece gündüz hain planlar düzenliyorum onun haberi olmadan. yapacağım hiçbir şeyin beni memnun etmeyeceğini de biliyorum çünkü sorun saçlarımda değil. şıracının şahidi bozacı onlar. ve son olarak bir şahitlik daha yaptıkları için sanıyorum bugün cezalandırıldılar tarafımca. yalnız keşke her ceza böyle olsa. iki saat saçımın orasından burasından tutamlar ayırıp nereleri boyayacağıma karar verdim. neyle boyayacağımı düşünmedim bile çünkü o an bunu gerektirdi. en son annem saçlarını boyamış, az biraz da boya bırakmıştı dipleri için. sarıyı sevmediğimi bilmeyen var mı? bundan daha güzel ceza mı olur hem? boyadım ve neyle karşılaşacağımı düşünmemeye çalışarak beklemeye koyuldum. sıra geldi yıkamaya. gözüm sürekli aynada. bi yandan sürekli "çok da açılmamış sanki" diyerek kendimi rahatlatıyorum ama kuruyunca ne olacak merakı var öbür yandan da. sıra kurutmaya da geldi sonunda. kurutuyorum kurutuyorum yok bir şey. saçım birkaç saat önce nasılsaydı yine aynı. az daha tutuyorum kurutma makinasını kuruduğunu bile bile. yok, aynı. boynumdaki kızarıklığa elim gittiğinde fark ediyorum ki az daha tutarsam yanıp kalıcam. eviriyorum çeviriyorum saç aynı saç. şimdi hangi gerçekle yüzleşmem gerektiğini bilemiyorum açıkçası. saçlarımın sarı olması gerçeği güzel ceza ama bu şu durumda dimyat'a pirince giderken eldeki bulgurdan olmak gibi bir şey. makas bana nasıl göz kırpıyor şu anda, anlatamam. iki tel beyazımsa hala beyaz. mor ötesinde de baksan, beyaz yani. bu durumda da sarı ve siyah ayrımı yapamayan gözlerim kalıyor ortalıkta. benim bir şekilde ağlamam lazım.
13 Mart 2018 Salı
24 Eylül 2017 Pazar
aklım karışıyor. aklım zaten her şeye otomatikman karışıyor ama bu sefer farklı.
şüphe. bilinmeyen her detayda gizli.
korku. alışılmışın dışına çıkamamak en büyük korku. milyonlarca farklılık içerirken aynı sonlara doğru yol alması hayatın. alıştık. sanki çok gücümüz varmışçasına farklı sonlar istemek artık. nasıl bir istekse, bir 'son' bile istememek hatta. öylesine alıştık. öylesine korkuyoruz. öylesine...
sevgi ölesiye masum yine de. ellerimden taşıyor. taşıyor, yer gök sevgi oluyor da ellerimdekiler tükenmiyor.
özlemek. türkçe'nin bir hatası kabul ediyorum bu fiili. özlemek asla tek taraflı olmamalı bence, özleşmek olsun onun adı. kendi kendime konuştuğum gibi kendi kendime de özleşirim yeri geldiğinde. yeter ki tek taraflı bir eylem gibi hissettirmesin kendini.
kalbim de karışıyor neticede. kalbim zaten bu işin sorumlusu, en yetkili kişisi; karışmazsa olmaz ama şimdi o da farklı karışıyor sanki.
ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi bilmiyorum. aslında sorun bu bilinmezlik değil. aynı anda birbiriyle çakışan, zıt yöne giden düşüncelerin ve hislerin arasında kesişim noktası olmak sorun olan. bu hislerin-düşüncelerin hangilerine kucak açmam gerektiği belirsizliği sorun olan. alışılmış yolları yürümekten sıkıldığıma cazip geliyor kalbimden geçen bazı hisler. sanki önümde üç dolu bardak var, ikisi su birisi asit dolu. gidip asit dolu olanı dökmek gibi ellerime. kucaklarsam bu hisleri canım acıyacak yani. ve bir şekilde -muhtemelen zamanla- aynı sonlara doğru yol alacak. canım acıdığıyla kalacak. o kadar çok acı var ki hangisine bağışıklık geliştireceğini şaşırmış canım, bir de bunun için acıyacak. hak edilmiş olsa problem etmeyeceğimi bilirsin. öyle bir şey ki işte, hak edilecek olsa zaten canım acımayacak. her bardak su dolu olmayacak belki yine de ama ellerime asit dökmekten kaçamayacağımı bilmek bana ilaç olacak.
güvenmekte zorlanacağımı çok iyi biliyordum, bu yüzden sıkıntı değil. kafamdan üç-beş roman çıkacak kadar kuruntu yapacağımı da biliyordum, severim çünkü senaryoları, bu da sıkıntı değil. ama önüne geçememek kalbimin... verilecek sevgiye bir terazi bulamamak o anda... ekonomistler bu işe bir el atsaydı dünyanın en değersiz şeylerinden biri de sevgim olurdu herhalde. yer gök sevgi oluyor diyorum, ellerim kaynak gibi. dünyanın en güzel doğa olayı bana kalırsa. ben önüne geçemezken kalbimin, önüne duvarlar örmek bu sevginin... en güzel doğa olayına en güzel tedbirleri almak...
diyecek bir şey bulamıyorum.
şüphe. bilinmeyen her detayda gizli.
korku. alışılmışın dışına çıkamamak en büyük korku. milyonlarca farklılık içerirken aynı sonlara doğru yol alması hayatın. alıştık. sanki çok gücümüz varmışçasına farklı sonlar istemek artık. nasıl bir istekse, bir 'son' bile istememek hatta. öylesine alıştık. öylesine korkuyoruz. öylesine...
sevgi ölesiye masum yine de. ellerimden taşıyor. taşıyor, yer gök sevgi oluyor da ellerimdekiler tükenmiyor.
özlemek. türkçe'nin bir hatası kabul ediyorum bu fiili. özlemek asla tek taraflı olmamalı bence, özleşmek olsun onun adı. kendi kendime konuştuğum gibi kendi kendime de özleşirim yeri geldiğinde. yeter ki tek taraflı bir eylem gibi hissettirmesin kendini.
kalbim de karışıyor neticede. kalbim zaten bu işin sorumlusu, en yetkili kişisi; karışmazsa olmaz ama şimdi o da farklı karışıyor sanki.
ne düşüneceğimi, ne hissedeceğimi bilmiyorum. aslında sorun bu bilinmezlik değil. aynı anda birbiriyle çakışan, zıt yöne giden düşüncelerin ve hislerin arasında kesişim noktası olmak sorun olan. bu hislerin-düşüncelerin hangilerine kucak açmam gerektiği belirsizliği sorun olan. alışılmış yolları yürümekten sıkıldığıma cazip geliyor kalbimden geçen bazı hisler. sanki önümde üç dolu bardak var, ikisi su birisi asit dolu. gidip asit dolu olanı dökmek gibi ellerime. kucaklarsam bu hisleri canım acıyacak yani. ve bir şekilde -muhtemelen zamanla- aynı sonlara doğru yol alacak. canım acıdığıyla kalacak. o kadar çok acı var ki hangisine bağışıklık geliştireceğini şaşırmış canım, bir de bunun için acıyacak. hak edilmiş olsa problem etmeyeceğimi bilirsin. öyle bir şey ki işte, hak edilecek olsa zaten canım acımayacak. her bardak su dolu olmayacak belki yine de ama ellerime asit dökmekten kaçamayacağımı bilmek bana ilaç olacak.
güvenmekte zorlanacağımı çok iyi biliyordum, bu yüzden sıkıntı değil. kafamdan üç-beş roman çıkacak kadar kuruntu yapacağımı da biliyordum, severim çünkü senaryoları, bu da sıkıntı değil. ama önüne geçememek kalbimin... verilecek sevgiye bir terazi bulamamak o anda... ekonomistler bu işe bir el atsaydı dünyanın en değersiz şeylerinden biri de sevgim olurdu herhalde. yer gök sevgi oluyor diyorum, ellerim kaynak gibi. dünyanın en güzel doğa olayı bana kalırsa. ben önüne geçemezken kalbimin, önüne duvarlar örmek bu sevginin... en güzel doğa olayına en güzel tedbirleri almak...
diyecek bir şey bulamıyorum.
5 Ağustos 2017 Cumartesi
bir lanet gibiyim bazen. mahvediyorum. dokunduğum insanı lanetliyorum. öyle rastgele dokunmaktan bir şey olmuyor. ruhumu parmak uçlarıma çağırdığımda, ben öyle sandığımda, lanetliyorum. ruhum yerli yerindeyken... lanetli gibiyim. en çok kendime dokunuyorum çünkü. bir başkasına gösterdiğim hassasiyeti kendime gösteremiyorum çünkü, dokunmaktan öteye gidiyorum. tam bu duruma alıştığım sıra karşımda dokunmam için can atan bir ruh görüyorum. dokunursam mahvolacağını unutuyorum. unutmak istiyorum ve unutuyorum. unutmalar hatırlamak için.
12 Şubat 2017 Pazar
naruto'nun kadıköy'de yaşadığını biliyor muydunuz? kadıköy'ün adalardan oluştuğunu? haydarpaşa garı'nın geçmişte koca bir yüzme havuzu olduğunu? hinata'nın bütün bunları bozduğunu, lanetli olduğunu? bilemezsiniz. rüyalarım bazen çok inandırıcı oluyor, hepinizi ikna edebilirim kadıköy'ün geçmişi konusunda. kanıtlarım da var! boynumdaki fotoğraf makinesine bakar her şey. en sevdiğim pozdan başlamak isterim. şimdi siz bilmezsiniz, bu haydarpaşa önceden öyle güzel bir yermiş ki... raylar falan döşenmemiş henüz ama mimari almış başını yürümüş. taş bir bina, 7 katlı, L olarak dikiliyor orada. L'nin arasına sığınmış koca bir havuz, bugünkü istasyonun olduğu yerde. öyle mavi fayanslar falan da yok henüz anladığım kadarıyla, havuz da taştan ve haliyle yeşilimsi görünüyor. taş deyip geçme, üşenmemiş işlemiş adamlar. havuzun bir yanı deniz, tahmin edebileceğin üzere vapur mapur da yok daha. öyle sakin, öyle dingin... ömürlük huzur var bildiğin. havuzun kenarına yaklaştım, suya yansıyan taş bina gerçeğinden daha güzel. suya girmem gerektiğini, bu fırsatı bir daha bulamayacağımı söylediler. öyle güzel ki kıyamıyorsun dalgalarınla bozmaya. fırsat dediler, kaçıramam, girdim. taş binaya yüzümü döndüğüm an... işte bu kare tam o andan. güneşin pencerede oluşturduğu spektrum. mavi-yeşil ağırlıklı görmeye alıştığım için belki de, kırmızı-mor ağırlıklı olması beni cezbeden. suyun verdiği hazzı yansıtmıyorsa da en sevdiğim kare bu oldu. insanları bekletmeyeyim, çıkayım sudan derken başladılar anlatmaya. her hokage için bir ada varmış o zamanlar, video gibi geldi geçti adalar gözümün önünden. önemli olan, naruto ve hinata'nın tanıştığı adaymış. bugün denize gömülmüş olsalar da ilk olarak bu adanın yükseltisi çarpacakmış gözümüze. ilerleyen zamanlarda sular çekilecekmiş marmara'dan, feci bir kuraklık gelecekmiş. işte o zaman bu adalar birer tepe olarak dikileceklermiş aynı yerde. gerisine çok girmeyeyim de saçmalık demeyin. sanırsın kişimoto'yla aynı tastan su içtim. yeni bir naruto serisi çıkar şu rüyadan. yalnız bu fotoğraf makinesi hep rüyada kalıyor, ona sinir oluyorum. rüyadan rüyaya geçebiliyor ama bir gün de uyandığımda yanı başımda olsa ne var. içinde satürn'den pozlar bile olması lazım o makinenin. sevgili nasa, sayın esa, he, satürn'den. bildiğin satürn'ün yüzeyinden. yapın bi kolaylık be.
20 Ocak 2017 Cuma
sessizliğim... haliyle sakin görünüşüm. ne kadar da dert oluyor insanlara biliyor musun. bilirsin bilirsin, sen de sorgulamışsındır herkes kadar. yıllardır görüyorum ki insan sessizliğiyle bile yargılanıyor. kimi ruhsuz ilan eder kimi önemsiz. silik bir karakter oluşturduğumu biliyorum ve ben böyle rahatım, böyle mutluyum, böyle iyi hissediyorum. ancak kendim gibi biri için önemli olabilirim ki böyle olmasını da istiyorum. bu beni bir uzaylıya çeviriyor bazen. hissel olarak en azından. o kadar konuşuyorlar ki... bir saat öncesini hatırlamayacak kadar çok konuşuyorlar. alışılmış, kaydetmeye bile değer görmüyorlar. değerli şeyler konuşsalar bile. onlarca kez aynı şeyi konuşuyorlar bu sebeple çoğu zaman. yine de kim sessizse o silik duruyor. bir fikri yok sanılıyor. "bilmez o" deniliyor. bence konuşmak dünyanın en gereksiz işlerinden. çünkü sadece konuşmakla bitmiyor. anlatabilmek önemli. anlayan birisine denk gelebilmek önemli. karşı tarafın anlaması ve hisleri önemli. görüyorum ki çoğu insan için konuşmak daha önemli. ifade etmiyorlar çünkü, yaptıkları sadece aktarım. anlatamamış, anlaşılamamış, hissedilememiş, pek de umru değil kimsenin. dinlemek de buna keza. koca bir gürültüden başka bir anlam ifade etmiyor benim için. hisselleşmiş konuşmaları ayrı tutuyorum. bahsettiğim günlük sıradan muhabbetler. olmasa hiçbir kaybımız olmaz. olmasa belki herkese biraz biraz yaratıcılık katar bu durum. bazen ayak uydurmak zorunda kalıyorum. fikrimin hiçbir önemi olmamasına rağmen -genelde yapılırken değil, olup bittikten sonra sorarlar çünkü- nasıl bulduğumu öğrenmek istiyorlar. ben zaten biliyorum, fikirlerim bu kadar önemli olamaz, ne sizin için ne dünya için. belki sadece kendim için ki kendim için bile o kadar önemli değiller. kararlar ya da. kararsız görünürüm. kararsızım da sanırım. ama bu benim için büyük bir problem değil. önemsemediğim için kararsızım çünkü. eğer bir karar aldıysam, alternatifleri değerlendirdiğimde ne sonuçla karşılaşacağımı bilmediğim için kararlarım bile o kadar önemli değil kendim için. sadece bazen güçlü hissetmemi sağlıyor, hepsi bu. özetle benim için önemi olmayan şeyler başkaları için önemli gözüktürülmeye çalışılıyor. önemli olduğu için değil, kendileri öyle yaptığı için. kendilerine benzetemedikleri için. önemli olmayan her şeyi geçiştiriyorum, bildiğin gibi. sessizliğimle, az konuşmamla, gülümsememle. heyecanım meclisten dışarı.
özgür bırakırsan konuşabilirim. henüz konuşmadan bir mahkemeye misafir edilmek hiç hoş değil çünkü. yargı organı birtakım insanların kafatasına saplanmış ve orada da evrimleşmiş, bu sorunu ben çözemem. anlarsan biraz daha konuşabilirim. aynı frekanstan karşılık bulursam konuşmamı sürdürebilirim. aynı frekans olmasına rağmen farklı banttan söze girersen çenemi, kulaklarımı ve ağzımı kapatamayabilirim. sadece o zaman önemli olur çünkü. hafızamın benden isteği.
özgür bırakırsan konuşabilirim. henüz konuşmadan bir mahkemeye misafir edilmek hiç hoş değil çünkü. yargı organı birtakım insanların kafatasına saplanmış ve orada da evrimleşmiş, bu sorunu ben çözemem. anlarsan biraz daha konuşabilirim. aynı frekanstan karşılık bulursam konuşmamı sürdürebilirim. aynı frekans olmasına rağmen farklı banttan söze girersen çenemi, kulaklarımı ve ağzımı kapatamayabilirim. sadece o zaman önemli olur çünkü. hafızamın benden isteği.
3 Kasım 2016 Perşembe
akşamları evde olmayan apartman sakini gibi hissediyorum kendimi. apartmandakilerin pek umru değil. dışarıdan bakınca bi benim dairenin ışıkları kapalı. hoş, bunu fark edenlere de tanıdık değilim. varım da yokum da. elektrikler kesikti örtmenim!
"tütün içmek öldürür" yaşamak öldürmüyor sanki. yaşamda bir ölüm gerçekleşene kadar ne ölümler yaşanıyor be. hepimiz bile bile sarılıyoruz yine. katılıyoruz döngüye. katılmasan olmuyor çünkü. her ne kadar katılınca olmuyorsa da katılmayınca da olmuyor işte. kimse yaşamaktan ölmüyor zira.
çıkagelen insanlar. evrenin sunumda zaman ayarı çok sıkıntılı. sen daha menüye bakınırken tatlıyı sunuyor önüne. ama sen illa çorbayla başlayacağın için fark edemiyorsun durumu. neyse çorba, salata, ara sıcak derken tatlı orada ekşimeye başlıyor. ama hiç çaktırmadan. sıra tatlıya geliyor, "efendim tatlımız kalmadı" diyivermesin mi. ee diyorsun, baştan getirdiğin tatlı noldu? bozulmuş, ama istersek yine de getirebilirmiş. insanın görüp de tadamadığı her ne olursa, kalmaz mı aklında? aradan seneler geçmiş, çıkagelmiş. hoş da gelmiş aslında ama benim daha çorbaya ihtiyacım vardı. tatlım hakkında henüz hiçbir şey düşünmemiştim ben. geri çevirsem olacakları biliyorum. oturup yesem, sırası değil. düzene aşık olduğumdan değil, bazen gerçekten hiç sırası değil. önümde bi tabak tatlı. çorbamı düşünemez oluyorum. tatlıyı yiyemiyorum. seyrediyorum sadece. birkaç güne kaşığı kemirmeye başlayabilirim. affet yine de, severim seni.
odamda tavana çakılı bir vida var. senelerdir var. zamanında kim ne asmış buraya, hep merak ederim. 99 depreminden sonra bir rüzgar çanı asmıştık bu vidaya. yine değerlendirilse iyi olacak sanırım. gözlerini tavana diktiğinde askılı bir vidayla karşılaşmak insanın aklını çeliyor nereden baksan.
duymak istemediğin ama iyi bildiğin şeyleri kendine söyleyemediğinde bedeninden ağır bir sıkıntı düşüyor içine. insan istemeden kendisine saygı duyuyor. duymak istemiyor, söylemeyeyim en iyisi diyor. hatta o kadar saygı duyuyor ki bunu bile sesli söylemiyor. sonra insan yine kendisine saygı duyuyor, çok iyi bildiğini söyleyemiyor. o ara nasıl oluyorsa bu kaburgaların arası apartman boşluğuna dönüşüyor. bütün organlar bu boşluğa dönüyor yüzünü sanki, hepsi birden görüyor düşen sıkıntıyı. eh, onlara da saygı duyuyoruz, biraz tuhaf baksalar da.
yıllardır içimi kemiren gelecek kaygısından kurtulmuşum. düşününce. gelecek için bir çaba göstermiyorsan kaygısı da olmuyormuş. halbuki tam tersi olması lazım. kendimle güzel bir kavga iyi gidecek sanırım yakın zamanda.
bi rüya defteri tutmaya başladım. ara ara burada da bahsetmişimdir rüyalarımdan, rüyalar hakkında ne düşündüğümden. ilginçtir, deftere bir iki rüya yazdıktan sonra rüya görmemeye başladım. şayet bununla bir alakası varsa söz, yazmam bir daha. her ne kadar bazen bütün haftamı etkiliyor olsalar da ben rüyalarımla iyiyim. iyiyim demişken... iyi olmak > mutlu olmak diyorum. sonuçta mutsuzluğu da hakkını vererek yaşıyorsan iyisindir.
günlerdir gözlerimden iki damla yaş akıtmaya çalışıyorum, bu yoğunluktan kurtulurum belki diye. azıcık rüzgar, azıcık güneş ışığı bile başarıyor da ben başaramıyorum. kalbimin taşlaştığını hissediyorum ve bunu hissettikçe daha fazla ihtiyaç duyuyorum o iki damla yaşa. bence zaten insan en çok kalbinin taşlaştığına üzülmeli.
yalnızlık en tanımlayamadığım kavram şu hayatta. kötünün en kötüsünü de iyinin en iyisini de içinde barındırıyor. o yüzden hem cezbediyor hem de korkutuyor. ola ki yalnız yaşama fikrimden vazgeçsem bir şekilde çevremdekiler tarafından yalnız bırakılacakmışım gibi hissediyorum. ölüm ki en kötüsü bunların. yalnızlıktan vazgeçecek cesareti göstereceğim ama sonra herkes tek tek ölecek gibi. herkesin tek tek ölmesi beni daha sonra yalnızlaştıramaz, bunu biliyorum. karşıma biri çıktığı an ilk düşündüğüm şey yalnızlığım. kurtulma değil koruma içgüdüsüyle yaklaşıyorum. bunun ifadesi de en zor şeylerden biri. ifade etsen yalnızlığını açmış oluyorsun. hiç dillendirmesen enteresan oluyorsun. misafirler her zaman oluyor, idare ediyoruz ama günün birinde tası tarağıyla çıkagelecekse biri... sığamayız. ben bile sığamıyorum bazen.
"tütün içmek öldürür" yaşamak öldürmüyor sanki. yaşamda bir ölüm gerçekleşene kadar ne ölümler yaşanıyor be. hepimiz bile bile sarılıyoruz yine. katılıyoruz döngüye. katılmasan olmuyor çünkü. her ne kadar katılınca olmuyorsa da katılmayınca da olmuyor işte. kimse yaşamaktan ölmüyor zira.
çıkagelen insanlar. evrenin sunumda zaman ayarı çok sıkıntılı. sen daha menüye bakınırken tatlıyı sunuyor önüne. ama sen illa çorbayla başlayacağın için fark edemiyorsun durumu. neyse çorba, salata, ara sıcak derken tatlı orada ekşimeye başlıyor. ama hiç çaktırmadan. sıra tatlıya geliyor, "efendim tatlımız kalmadı" diyivermesin mi. ee diyorsun, baştan getirdiğin tatlı noldu? bozulmuş, ama istersek yine de getirebilirmiş. insanın görüp de tadamadığı her ne olursa, kalmaz mı aklında? aradan seneler geçmiş, çıkagelmiş. hoş da gelmiş aslında ama benim daha çorbaya ihtiyacım vardı. tatlım hakkında henüz hiçbir şey düşünmemiştim ben. geri çevirsem olacakları biliyorum. oturup yesem, sırası değil. düzene aşık olduğumdan değil, bazen gerçekten hiç sırası değil. önümde bi tabak tatlı. çorbamı düşünemez oluyorum. tatlıyı yiyemiyorum. seyrediyorum sadece. birkaç güne kaşığı kemirmeye başlayabilirim. affet yine de, severim seni.
odamda tavana çakılı bir vida var. senelerdir var. zamanında kim ne asmış buraya, hep merak ederim. 99 depreminden sonra bir rüzgar çanı asmıştık bu vidaya. yine değerlendirilse iyi olacak sanırım. gözlerini tavana diktiğinde askılı bir vidayla karşılaşmak insanın aklını çeliyor nereden baksan.
duymak istemediğin ama iyi bildiğin şeyleri kendine söyleyemediğinde bedeninden ağır bir sıkıntı düşüyor içine. insan istemeden kendisine saygı duyuyor. duymak istemiyor, söylemeyeyim en iyisi diyor. hatta o kadar saygı duyuyor ki bunu bile sesli söylemiyor. sonra insan yine kendisine saygı duyuyor, çok iyi bildiğini söyleyemiyor. o ara nasıl oluyorsa bu kaburgaların arası apartman boşluğuna dönüşüyor. bütün organlar bu boşluğa dönüyor yüzünü sanki, hepsi birden görüyor düşen sıkıntıyı. eh, onlara da saygı duyuyoruz, biraz tuhaf baksalar da.
yıllardır içimi kemiren gelecek kaygısından kurtulmuşum. düşününce. gelecek için bir çaba göstermiyorsan kaygısı da olmuyormuş. halbuki tam tersi olması lazım. kendimle güzel bir kavga iyi gidecek sanırım yakın zamanda.
bi rüya defteri tutmaya başladım. ara ara burada da bahsetmişimdir rüyalarımdan, rüyalar hakkında ne düşündüğümden. ilginçtir, deftere bir iki rüya yazdıktan sonra rüya görmemeye başladım. şayet bununla bir alakası varsa söz, yazmam bir daha. her ne kadar bazen bütün haftamı etkiliyor olsalar da ben rüyalarımla iyiyim. iyiyim demişken... iyi olmak > mutlu olmak diyorum. sonuçta mutsuzluğu da hakkını vererek yaşıyorsan iyisindir.
günlerdir gözlerimden iki damla yaş akıtmaya çalışıyorum, bu yoğunluktan kurtulurum belki diye. azıcık rüzgar, azıcık güneş ışığı bile başarıyor da ben başaramıyorum. kalbimin taşlaştığını hissediyorum ve bunu hissettikçe daha fazla ihtiyaç duyuyorum o iki damla yaşa. bence zaten insan en çok kalbinin taşlaştığına üzülmeli.
yalnızlık en tanımlayamadığım kavram şu hayatta. kötünün en kötüsünü de iyinin en iyisini de içinde barındırıyor. o yüzden hem cezbediyor hem de korkutuyor. ola ki yalnız yaşama fikrimden vazgeçsem bir şekilde çevremdekiler tarafından yalnız bırakılacakmışım gibi hissediyorum. ölüm ki en kötüsü bunların. yalnızlıktan vazgeçecek cesareti göstereceğim ama sonra herkes tek tek ölecek gibi. herkesin tek tek ölmesi beni daha sonra yalnızlaştıramaz, bunu biliyorum. karşıma biri çıktığı an ilk düşündüğüm şey yalnızlığım. kurtulma değil koruma içgüdüsüyle yaklaşıyorum. bunun ifadesi de en zor şeylerden biri. ifade etsen yalnızlığını açmış oluyorsun. hiç dillendirmesen enteresan oluyorsun. misafirler her zaman oluyor, idare ediyoruz ama günün birinde tası tarağıyla çıkagelecekse biri... sığamayız. ben bile sığamıyorum bazen.
16 Haziran 2016 Perşembe
buralarda bir yerlerde "the noose" başlıklı bir yazı olmalı. o gün sigaraya başlamıştım. bakkaldan bir kutu camel isteyip "bu paket bittiğinde ben artık sigara içiyor olacağım." diyerek yakmıştım bir tane. arkasından bir tane daha. bir tane daha... paket bitmişti birkaç saatin sonunda. başım sahiden dönüyordu yani. neden böyle bir şey yapmıştım? bilmiyorum. düşündükçe verebilecek başka cevap da bulamıyorum. hayatımda önemli hatalardan biri olarak görüldü, öyle görmeye de çalıştım çoğu zaman. içimde bir ses "kendin için yapabileceğin en iyi şeylerden birini yaptın." diye yankılanıyor o günden beri. ben o sesi anlıyorum. ne demek istediğini anlıyorum. ama biliyorum ki kendime zarar veriyorum bir yandan da. bir gün vedalaşacağımızı, vedalaşmak zorunda kalacağımızı ve hatta vedaya bile değmeyeceğini iyi biliyorum. şahsi bir mesele sonuçta. kimseye gerek duymadan, kimseyi anımsamadan sürdürebildiğimiz tek keyif. yalnızlığın yan etkisi bir bakıma. kendi üzerimde.
evrende sabit bir mutluluk olduğuna inanmıştım. belirli bi miktar. dönüp dolaşıp birilerine denk geliyor. artmıyor. eksilmiyor. vücutta da benzer sabitler var sanırım. ayaklarım bu ara beni gayet iyi taşıyor. yine de beni olduğum gibi göremeyen insanlara kırılmam iki saniyeyi bulmuyor. bir insana baktığında, onunla iletişim kurduğunda, onun karakterini görememek çok üzücü bence. ve bu göremeyen insanlar bu durumu umursamazken kalkıp da benim onun için üzülmem yersiz oluyor, bunu da biliyorum pekala. yine de o anda buhar olup uçamıyorsun. sırt çantanı takıp jüpiter'e yollanamıyorsun. siz hala neden varsınız? korkarım gittikçe çoğalıyorsunuz da.
babamla ilgili önemli gelişmeler var. babam açısından önemli. benim açımdan, son yazdıklarımdan çok da uzakta sayılmam. iki ayda üç ameliyat geçirdi, kanser teşhisiyle. rüya gibi geçen, her uyandığımızda kendimizi hastanede bulduğumuz iki ay. teşhisle birlikte darmadağın bir moral. gizli saklı çevirdiği başka işlerin açığa çıkması bir yandan. suçluluğu iliklerine kadar indiğinden, süt dökmüş bir kedi adeta. birkaç ameliyat ve ışın tedavisi de yakında gerçekleşecekler arasında. içimin sızlaması, ailede başkalarının içinin sızladığını görmemden kaynaklı.
üretemediğim zaman mutsuzlaşıyorum. bunu keşfetmem iyi oldu ama sanırım bu pek iyi bir şey değil. üretmeliyim. herhangi bir şey. özellikle somut bir şey. genellikle de bokunu çıkarana kadar. bir şekilde bu hissin yerini tutacak bir şeyler bulmam gerekiyor.
mekan önemli. duygu aktarımı konusunda özellikle. sarı ışık tavsiyemdir.
evrende sabit bir mutluluk olduğuna inanmıştım. belirli bi miktar. dönüp dolaşıp birilerine denk geliyor. artmıyor. eksilmiyor. vücutta da benzer sabitler var sanırım. ayaklarım bu ara beni gayet iyi taşıyor. yine de beni olduğum gibi göremeyen insanlara kırılmam iki saniyeyi bulmuyor. bir insana baktığında, onunla iletişim kurduğunda, onun karakterini görememek çok üzücü bence. ve bu göremeyen insanlar bu durumu umursamazken kalkıp da benim onun için üzülmem yersiz oluyor, bunu da biliyorum pekala. yine de o anda buhar olup uçamıyorsun. sırt çantanı takıp jüpiter'e yollanamıyorsun. siz hala neden varsınız? korkarım gittikçe çoğalıyorsunuz da.
babamla ilgili önemli gelişmeler var. babam açısından önemli. benim açımdan, son yazdıklarımdan çok da uzakta sayılmam. iki ayda üç ameliyat geçirdi, kanser teşhisiyle. rüya gibi geçen, her uyandığımızda kendimizi hastanede bulduğumuz iki ay. teşhisle birlikte darmadağın bir moral. gizli saklı çevirdiği başka işlerin açığa çıkması bir yandan. suçluluğu iliklerine kadar indiğinden, süt dökmüş bir kedi adeta. birkaç ameliyat ve ışın tedavisi de yakında gerçekleşecekler arasında. içimin sızlaması, ailede başkalarının içinin sızladığını görmemden kaynaklı.
üretemediğim zaman mutsuzlaşıyorum. bunu keşfetmem iyi oldu ama sanırım bu pek iyi bir şey değil. üretmeliyim. herhangi bir şey. özellikle somut bir şey. genellikle de bokunu çıkarana kadar. bir şekilde bu hissin yerini tutacak bir şeyler bulmam gerekiyor.
mekan önemli. duygu aktarımı konusunda özellikle. sarı ışık tavsiyemdir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)