yine yeni uyanmış ve rüyamda neler gördüğümü hatırlamakla meşgulken cazip fikirlerden birisi daha düştü aklıma. rüya konusu düşünürken çıldırabileceğim sayılı konulardan. nereden geliyor, niye görüyoruz, hatta niye görebiliyoruz, vs. bu soruları düşünürken cevap bulamamak korkutuyor beni. bugün farklı bir şekilde, tam oturmuş haliyle bir düşünce içinde buldum kendimi. belki farkına vardığım yer rüyamdı, bilemeyeceğim.
bu düşünce için biraz paralel evren bilgisine ihtiyacımız var. boşluğu kaplayan sınırsız sayıda esnek silindir olarak tasvir edilebilir, çok çok küçük bir ölçekle bakarsak. bu silindirleri biraz daha yakından incelemek istersek bir hortumu gözümüzün önüne getirebiliriz. yoğun bir toz bulutundan oluşan bir spiral. evrenleri de birer zaman hortumu olarak kabul edebiliriz. hortumun oluştuğu sırada çevrede hissedilen şey güçlü bir esintidir. eğer bu hortuma kapılırsak esintinin hissedilenden daha şiddetli olduğunu anlarız. buna göre bu hortumun bir merkezi olmalı. ve eğer rüzgarla çevrili bir yerde bir merkez oluşacaksa burada hava boşluğundan söz edebiliriz. bir hortumun sabit şekilde var olabilmesi için çeşitli koşullara ihtiyacı vardır, yani durmadan devam edebilmesi için. bu koşullar sağlanırsa hortum durmaksızın devam eder. eğer böyle bir doğamız olsaydı, bu bizim algımıza "var olan" bir şey olarak gelecekti, bir felaketten ziyade. şimdi anlaşılır kılabilmek için hortumun sürekli bir nokta etrafında oluştuğunu, yer değiştirmediğini varsayalım. eğer tam o merkezde durursak hortumdan etkilenmeyiz. ancak atacağımız bir adım sonuçları bir hayli değiştirir. burada hortuma bir de dışarıdan bir gözle bakmamız gerekiyor. hortumun dışında kalan birisi için 1 adımlık mesafe çok önemli değildir ama kişinin 1 km yer değiştirmesi sonuçları değiştirecektir. merkezde ise bu 1 km'lik mesafe 1 adımlık mesafeye dönüşüyor. o yüzden çok daha büyük ölçeklerle düşünmemiz gerekecek. evreni de aynı şekilde bir hortum olarak düşünebiliriz. hortumun oluşması ve "var olan" bir şey halinde algılayabilmemiz için çeşitli koşullar gerekiyor olmalı ve şu an yaşayabildiğimize göre bu koşullar hala daha sağlanabilir halde demektir. içinde yaşadığımız evren, bir zaman hortumu. bu sebeple merkezden ne kadar uzaklaşırsak zaman da o kadar hızlı akmaya başlayacak ve dışarıdan bizi çevreleyen bir şey olarak gözükecek. ve bu zaman hortumunun merkezinde durabildiğimiz her an zaman yok olmuş olacak. ancak biliyoruz ki oluşan bir hortum sürekli aynı noktayı merkez edinmez. bu yüzden esnek de bir hortum. bilinen tüm gezenlerin belli bir -belki birkaç- yörüngesi var ve dönüyorlar. bu demek oluyor ki bulunduğumuz spiralin merkezinde duran hiçbir şey yok. belki henüz keşfedilebilmiş değiller. ya da bizler zamana sahip olduğumuz için bize gözükebilecek türden şeyler olmayabilir bu merkezde duran şeyler. bunlarla birlikte evrenin de bir yörüngesi olabilir. yörünge kabul edilebilecek kadar düzenli bir hareketi olmayabilir ama esnek oluşundan dolayı bir hareketi olduğu kesin. bizlerin bunu hissetmesi imkansız. dünyanın da bir yörüngesi var ve bu dönüş olduğundan çok daha hızlı gerçekleşseydi de bizim dünya üzerinde bunun farkına varmamız yine aynı şekilde ancak gökyüzüne bakarak olacaktı. eğer sahip olduğumuz atmosfer de bu hıza ayak uyduracak olsa, hissedeceğimiz dönüş yine şimdi hissettiğimiz dönüşle aynı olacaktı. gece-gündüz ayrımları olmasa, dünyanın sabit durduğunu, dönmediğini düşünmek ilk akla gelecek olan olacaktı. bu yüzden bu hortumun, bu spiralin hareketini gözlemlemek oldukça zor.
şimdi gelelim tüm bunların rüyayla alakasına.
genel olarak bir kaynaktan bilgi edinmeyi sevmem. yani aklımda oluşmuş hiçbir soru yokken, kitapların bana verebileceği hiçbir şey yoktur. önce kendim düşünmek isterim hep, kendim keşfetmek, kendim fark etmek, kendim ayrımına varmak isterim. eğer bir yerde tıkanmışsam ve bu beni rahatsız ediyorsa anca o zaman içimde araştırmak gibi bir dürtü oluşur. rüya konusu o kadar uçsuz bucaksız ki henüz düşündüklerim sonuç arar cinsten şeyler değiller. elbette sonuç arıyorum ama elde edeceğim bu sonuçlar esas sonuca ulaşabilmek için sadece birer soru olarak kalıyor. o yüzden rüya hakkında araştırmak gibi bir dürtü yok henüz içimde. keşfedemediğim o kadar çok şey var ki, bunu bir düzene oturtmak şu an için fazlasıyla zor benim için. bu anlatacağım sadece bir seçenek, yeni bir soru.
rüya süresinin zamanımızca kısa bir süre olduğunu hepimiz fark edebiliriz. ancak bunun yanında çok sayıda bilinmeyenimiz var. rüya ruhun bir gezintisi midir, zamanlar arasında bilgi akışını sağlayan bir şey midir, reenkarnasyonun sonuçlarından mıdır, paralel evrenler bağlamı mıdır, hatta gerekli bir şey midir... çok sayıda soru üretilebilir. eğer evreni yukarıda anlattığımız şekilde kabul edecek olursak, evrenin ve rüyanın bir birliktelik içinde olması gerekir. evrenin herhangi bir şeyi bizi rüya görmeye itiyor demektir. bu düşüncenin tersiyle, rüya görmemiz bir evrenin var olmasını sağlıyor olabilir ya da evrende bir şeyleri etkiliyor olabilir. en başında dediğim gibi, eğer çok küçük ölçeklerle bakacak olursak en azından bir tane esnek bir hortum göreceğiz. uzay bize ne kadar uçsuz bucaksız geliyorsa da bunu sadece hortumun içindeki alan olarak düşündüğümüzde, dışarıda kalan bir şeyler var olmalı mutlaka, bu zaman spiralinin dışında kalan bir şeyler. bunun için de dönüp kendi evrenimize bakmakta yarar var. bir gezegende yaşıyoruz, görebildiğimiz var olmuş ve sürekliliği olan her şey küresel bir yapıya sahip. buna dayanarak bir boşluğu milyonlarca benzer spiralle doldurabiliriz, bu sadece ne kadar yerimiz olduğuna bağlıdır. dediğim gibi uzayın bize böylesine uçsuz bucaksız gelişi, bu yerin kaç spirallik bir yer olacağını görmemizi imkansız kılıyor. ve elimizde rüyalarımız mevcut. bir hayattan daha fazla seçeneğe sahipler üstelik, bir bilince sahip değiller, sana ait olmak zorunda değiller. bugün bir durumla karşı karşıya kaldığın zaman bunu kendi fikirlerince, kendi kişiliğinin izin verdiği şekillerce düşünürsün. ancak rüyada böyle değil. bir kişilik söz konusu değil, bir bilinç söz konusu değil. bir varlık dahi söz konusu değil. bu da bize ufak bir ipucu sağlayabilir evreni ve rüyaları ilişkilendirebildiğimize göre. sadece bugün gördüğün rüyanın geçtiği bir mekan düşünürsen, milyonlarca mekan var edebilirsin. bu mekanlar sen istemesen dahi bir spiralin içinde bulunmak zorunda. belki aynı spiral içinde yüzlerce rüya yaşanabilir, sorun değil, demek istediğim evrenin tek olmadığı. en azından iki tane var olduğunu anlamak kolay bu yolla.
rüyayı görüntüye getiren bir şeyler var olmalı. buna ruh diyelim, başka bir şey diyelim, ne diyeceğimizin çok önemi yok. fakat bu üstün bir şey olmalı. bir insan olarak gücümüzün yetmeyeceği bir şey yapıyor olmalı. mesela bir şahinin gözlerine sahip olabilir, gözleri bir şahininkinden de keskin olabilir. bana bu yaklaşım sıcak geliyor. gerek mitolojideki kavramlar olsun, gerekse de kendi değerlerim olsun, sıcak geliyor. içimizde bize doğruları anlatan bir şeyler var. hiçbir zaman deneme-yanılma yöntemiyle yaşamıyoruz. bu yöntemle yaşadığımız şeyler sadece birer rastgelelik. bugün ben yataktan kalktığımda benim aklıma bu düşünceleri yerleştiren bir şeyler var olmalı ve bunları benim aklıma sokabildiğine göre benden daha fazla şey biliyor olmalı. belki senin kadardır bildiği diyeceksiniz ama bu öyle bir şey ki "ağzına bir parmak bal çalmak" deyimi karşılıyor bu durumu tam anlamıyla. o yüzden bildiği çok daha fazla şey olmalı diye düşünüyorum. işte bu var olan şey en başta demek istediğim üstün şey. ruh olabilir, üçüncü göz olabilir, sizin de önemsediğiniz bir şey bu. rüya sırasında olanların yaşandığı yerlere en azından gözüyle eşlik eden bir şey bu. bunu bir kamera gibi düşünebiliriz. orada kaydediyor ve rüya olarak aktarıyor. evet, kaydediyor. silinen, boşa giden, yoka dönüşen hiçbir şey yok. esasında bilinç de böyle bir şey ancak biz uyurken onu kısmi olarak kapatmış oluyoruz. ama bu bahsettiğimiz şey, her daim kaydediyor. ben şu an bunları yazarken o burada olmak zorunda değil, benim baktığım yere bakmak benim odaklandığım yere odaklanmak zorunda değil. ve bu şey tek bir şey olamaz. bu yüzden kişisel bir bağımız olmalı aramızda. bize uymak zorunda değil fakat ucundan bucağından bir yerinden bize bağıl. bunun için onu ruh olarak tanımlayabiliriz. biz uyurken de uyanıkken de o sürekli şekilde kayıt halinde. bizim zamanımızdan sıyrılabilmiş değil, bize bağlı kaldığı nokta da bu olmalı. zamanen bize bağlı ama diğer hiçbir şey onun gezintisine etki etmiyor. bu yüzden bu evrenin sarmalından kurtularak başka bir evrenin sarmalına girebilir, başka bir evrenin içinde bir şeyler kaydedebilir. bunları bize yansıttığı yer rüyalar diye düşünüyorum. rüyadalardaki zamanın kısalığı, olayların saçmalığı, türlü gariplikler, ne olursa olsun açıklanabilecek bir şey haline geliyor. yine en başta söylemiştim, hortumun şiddetini algılamak sizin nerede durduğunuza göre değişir. evrenin de bir zaman hortumu olduğunu söyledim. eğer ruh bu evrenin merkezinden uzaklaşırsa zaman bulutu çok daha şiddetli savrulur. ve eğer ruh bu evrenin dışına çıkarsa şiddetteki değişim de 1 adım ve 1 km farkı gibi olacaktır. yine eğer ruh başka bir evrene sızacaksa o zaman döngüsüne kapılacak demektir. ama zamanen bize bağlı kaldığı için bunu bize yansıtacağı şekil de bizim zamanımızca olmalı. yani gördüğümüz saniyelik rüyalar orada bir hayat uzunluğunda olabilir bu yüzden. bu, ruhun o anı nerede durarak kaydettiği ile alakalı. başka bir evrende yine aynı zamana sahip bir yerde durursa bu sefer anlık bir görüntü eşlik edecektir rüyamıza. derseniz ki bunun rüya süresiyle ne alakası var, bunun rüya süresiyle bir alakasının olduğunu düşünmüyorum. bunun uyku evreleriyle bir alakası olmalı. uyku bize daha uzun süre rüya görme fırsatı tanırsa ancak o zaman daha uzun süreli rüyalar görebiliriz. bunun için de başta biyolojimizi kaybetmemiz gerekir ki onu kaybetmeyi göze alacaksak düşünmek, üretmek anlamsız kalacak.
ruh dürttü beni, dedi bana bu kadar iş yükleme. tamam yapıyoruz da sen anlatınca çok şey yapıyormuşum gibi geldi, yoruldum, iki oturup dinleneyim şurda dedi. bi kahve yapayım.
20 Mayıs 2012 Pazar
16 Nisan 2012 Pazartesi
korkuyor olmalısınız ama görünen o ki korkmuyorsunuz. korkusuzluğunuza şaşırıyor olmalısınız hiç değilse, ama görünen o ki şaşırmıyorsunuz da. bunca bilinmezlik içinde nasıl rahat nefes alınabilir, şaşırıyorum sıkça. ve bu kendimin bile kabullendiği bir yaşam amacı. "yarın ne olacak bilmiyorum, o yüzden yaşamak istiyorum." hepimizi ayrı bir kahraman yapıyor sanırım bu düşünce. gelen her şey geçiyor nasılsa bir şekilde. sonucu "bitirdim", "geçirdim", "atlattım" oluyor çoğu zaman. geçeceğine olan inancın zayıflığından olsa gerek. inançsızlık ise başlıca bir korku sebebi, ya geçmezse? bu yüzden sonuçlar da kişisel oluyor. kişisel sonuçlar birer kahraman yaratıyor.
olaylar odak noktası olduğunda sonuç kişisel oluyor. fakat sonuçlardaki kişisellik durumlar odak noktası olduğunda kayboluyor. kaybolmak şöyle dursun, oluşmuyor bile. işte korkunun yerleştirileceği nokta da burası olmalı esasen.
dijital olmayan saatlerden oldum olası kaçmışımdır. gözüm saniyenin ilerleyişine takıldıkça hep kendimi hayal ederim o saniyenin önünde, saniyeden kaçmaya çalışırken. ne kadar kaçabilirsin ki, yorulacaksın sonunda ve yakalanacaksın. yakalanınca ne olacak? kahraman olamayacaksın. ve kafamda bunlar canlanırken o saniye sabit hızıyla daima ilerler. bir daha asla aynı anı yakalayamayacaksın. zamanımın çoğunu bu tür şeyleri düşünerek harcıyorum. bunu özellikle bir saatin karşısında düşünmekse hayatımı tehdit eder derecede bir zaman dilimini görmemi sağlıyor. korku bu noktadan hiç ayrılmadı. geçiremedim, atlatamadım ama zaman bunlara rağmen geçti.
insan vücudu sonra. aynayla bir işim olduğunda olur da gözüm sahiden kendime takılırsa hazırda bir korku bekliyor hep. görünüşümüz bir şeylere göre korkunç olmalı. alışılagelmişlik bu korkuyu bastırıyor belli ki.
alışılmış ve bilinmezlik. bir bilinmeyenin alışılmışlardan olacağını bilmek mümkün gözükmüyor. olur da alışılmışların dışında bir şeyle karşı karşıya kalırsak -ki bu sık olan bir şey değildir-, alışmaya çalışacağız ve bu bizi yine kahraman yapacak.
ölüm sonrası için birçok tasvir mevcut. hiçbirini bir ölünün ağzından dinlemedik. bu bilinmezliklerin en kötüsü de bu olmalı ki ölüme engel olamayacağız. sanırım bu yüzden yetişiyor içimizdeki kahramanlar. korkuya yer tanımayacak kadar hızlı bir şekilde hem de, hissettirmeden. çünkü durumlar odak noktası olduğunda doğacak korkuyu kamufle edecek bir şeyler var olmalı. aksi halinin düşüncesi bile ürkütücü. kahramanlar düşünmeye engel olamıyor.
olaylar odak noktası olduğunda sonuç kişisel oluyor. fakat sonuçlardaki kişisellik durumlar odak noktası olduğunda kayboluyor. kaybolmak şöyle dursun, oluşmuyor bile. işte korkunun yerleştirileceği nokta da burası olmalı esasen.
dijital olmayan saatlerden oldum olası kaçmışımdır. gözüm saniyenin ilerleyişine takıldıkça hep kendimi hayal ederim o saniyenin önünde, saniyeden kaçmaya çalışırken. ne kadar kaçabilirsin ki, yorulacaksın sonunda ve yakalanacaksın. yakalanınca ne olacak? kahraman olamayacaksın. ve kafamda bunlar canlanırken o saniye sabit hızıyla daima ilerler. bir daha asla aynı anı yakalayamayacaksın. zamanımın çoğunu bu tür şeyleri düşünerek harcıyorum. bunu özellikle bir saatin karşısında düşünmekse hayatımı tehdit eder derecede bir zaman dilimini görmemi sağlıyor. korku bu noktadan hiç ayrılmadı. geçiremedim, atlatamadım ama zaman bunlara rağmen geçti.
insan vücudu sonra. aynayla bir işim olduğunda olur da gözüm sahiden kendime takılırsa hazırda bir korku bekliyor hep. görünüşümüz bir şeylere göre korkunç olmalı. alışılagelmişlik bu korkuyu bastırıyor belli ki.
alışılmış ve bilinmezlik. bir bilinmeyenin alışılmışlardan olacağını bilmek mümkün gözükmüyor. olur da alışılmışların dışında bir şeyle karşı karşıya kalırsak -ki bu sık olan bir şey değildir-, alışmaya çalışacağız ve bu bizi yine kahraman yapacak.
ölüm sonrası için birçok tasvir mevcut. hiçbirini bir ölünün ağzından dinlemedik. bu bilinmezliklerin en kötüsü de bu olmalı ki ölüme engel olamayacağız. sanırım bu yüzden yetişiyor içimizdeki kahramanlar. korkuya yer tanımayacak kadar hızlı bir şekilde hem de, hissettirmeden. çünkü durumlar odak noktası olduğunda doğacak korkuyu kamufle edecek bir şeyler var olmalı. aksi halinin düşüncesi bile ürkütücü. kahramanlar düşünmeye engel olamıyor.
13 Nisan 2012 Cuma
yaz-geç
* eğlenmeyi bilmiyorsan yeterince eğlenebilirsin.
eğlenmeyi beceremiyorsan istesen de eğlenemezsin.
* anlamını bilmedikleri bir şarkıda dans edişleri gibi. şarkının savaşları anlatıyor oluşu dahi engel olamıyor onların hislerine. seni sevmek de öyle bir şey. şarkının neler anlattığını çok iyi biliyorum ki hiçbir duyguma tercüman değil, müziğe karşı koyamıyorum yine de. ona bir savaştan söz etmesini ben söylemedim... yaşanacak şey savaşsa da, ben varım. yaşanacak savaş. savaşıyorum. kimi varlığınla, kimi yokluğunla. müziğe aldanıyorum.
* sanki uyursam yarının yalnızlığı daha ağır gelecekmiş gibi. geceden öldürüyorum umutlarımı. yatak çok uzakta gözüküyor. öyle görmek istiyorum. gidemeyecek, gitmeye değmeyecek kadar uzak.
* hassasiyet... sanırım artık yok. var olanıysa alışkanlık, zorundalık. çünkü yaşamıyorum artık. yaşadıklarımı hissetmiyorum. hissedecek kadar yaşamayı yasaklamışım kendime. hep uzaktayım, hep bir köşede. gitmeye değmeyeceğini düşünenler çoktur. kalabalıktan uzaklaşmak için güzel bir çözümdü. bilseydim özleyeceğimi...
* özlem. hayatımın orta yerinde oturan bir şey bu. yeniye alışma süreciniz uzunsa sizin de, muhtemelen sizin hayatınızda da aynı yerdedir. geçmiş, olduğu gibi gelmiyor hiçbir zaman. gerçi, çoğu zaman gelmiyor bile. gelecek de gelmiyor. istediklerin gelmiyor. gelse de önemsizleşiyor. bu yüzden özlem her şeye, geçene ve gelmeyene, gelmeyeceğe.
* içine doğduğun dünyayı keşfetmek, yeni bir gezegen keşfetmekten daha zor. buraya aitsin, yabancı değilsin sözde ama bal gibi de yabancısın. yabancıyız.
eğlenmeyi beceremiyorsan istesen de eğlenemezsin.
* anlamını bilmedikleri bir şarkıda dans edişleri gibi. şarkının savaşları anlatıyor oluşu dahi engel olamıyor onların hislerine. seni sevmek de öyle bir şey. şarkının neler anlattığını çok iyi biliyorum ki hiçbir duyguma tercüman değil, müziğe karşı koyamıyorum yine de. ona bir savaştan söz etmesini ben söylemedim... yaşanacak şey savaşsa da, ben varım. yaşanacak savaş. savaşıyorum. kimi varlığınla, kimi yokluğunla. müziğe aldanıyorum.
* sanki uyursam yarının yalnızlığı daha ağır gelecekmiş gibi. geceden öldürüyorum umutlarımı. yatak çok uzakta gözüküyor. öyle görmek istiyorum. gidemeyecek, gitmeye değmeyecek kadar uzak.
* hassasiyet... sanırım artık yok. var olanıysa alışkanlık, zorundalık. çünkü yaşamıyorum artık. yaşadıklarımı hissetmiyorum. hissedecek kadar yaşamayı yasaklamışım kendime. hep uzaktayım, hep bir köşede. gitmeye değmeyeceğini düşünenler çoktur. kalabalıktan uzaklaşmak için güzel bir çözümdü. bilseydim özleyeceğimi...
* özlem. hayatımın orta yerinde oturan bir şey bu. yeniye alışma süreciniz uzunsa sizin de, muhtemelen sizin hayatınızda da aynı yerdedir. geçmiş, olduğu gibi gelmiyor hiçbir zaman. gerçi, çoğu zaman gelmiyor bile. gelecek de gelmiyor. istediklerin gelmiyor. gelse de önemsizleşiyor. bu yüzden özlem her şeye, geçene ve gelmeyene, gelmeyeceğe.
* içine doğduğun dünyayı keşfetmek, yeni bir gezegen keşfetmekten daha zor. buraya aitsin, yabancı değilsin sözde ama bal gibi de yabancısın. yabancıyız.
11 Nisan 2012 Çarşamba
sevgili pergel efendi,
şu yağmurlu günlerde bir parmağın olmadığından şüphe ediyorum. dün gece oturdum, bütün ses çıkaran şeyleri kapadım, dinlemeye başladım yağmuru yattığım yerden, resmen "pergel pergel" diye yağıyordu. dedim bu kadar da olmaz ki. tamam ara sıra öyle cinslerin çıkıyor, 270 derece falan açılabiliyor, dönebiliyor, dans edebiliyor çift halinde, isterse çift bacak olup tek takılabiliyor, bunlara eyvallah ama nedir yani senin bu güneşle, yağmurla alıp veremediğin. hayır yağmur başlayınca çıksan ıslansan, çıksan yağmur altında etsen dansını anlayacağım. o da yok. öyle tek vida gözünle bakıyorsun anca.
geçen kahve içtik, oturdu fal baktı bizimkiler. göz var diyorlar. dedim var. çift halindesiniz hep ama tek vücut olmuşsunuz diyorlar. dedim öyle. fal bile sana çıkıyor anlayacağın. o kahveyi içtiğimden de şüpheliyim. çaktırmadan geldin içtin mi, naptın. paketteki sigaralarım da çabuk tükenir oldu zaten bu ara. hadi diyorum suçlamayayım, günahını almayayım, yapmamıştır etmemiştir.. yok, başta kendim inanmıyorum.
haberin var mı bilmem ama dolapta yeşil saplı bir yıldız tornavida var. bilesin. evet, tehdit ediyorum, gücüne mi gitti? bizde böyle pergel efendi. madem içeceksin o sigaradan, o kahveden, bi gün de çıkıp de ki "ben gider alırım bakkaldan". hadi bunları affedeyim kişiselliğinden dolayı ama şu yağmur işi... aslında çok iyi oldu, biliyomusun. seviyorum ben yağmuru. elif elif diye de yağıyor olabilir sonuçta. yeterince dinlersem duyarım, biliyorum. kusura bakma, bu kadar şey atıp tuttum hakkında ama ne yapayım yani. gözüme şemsiye girmesinden hoşlanmıyorum. hatta her türlü şemsiye girişinden nefret ediyorum. o şemsiyenin allah bin türlü belasını versin. ben aslında bu mektubu şemsiyeye yazacaktım ama yağmur öyle pergel pergel yağıyor ki... sen de oradan öyle tek göz bakınca... alamadım kendimi.
not: şaka yaptım. dolapta yeşil saplı yıldız tornavida yok. yani var da yeşil saplı değil, kırmızı. onu da söyleyeyim, alınıp kırılma sonra.
mektup köşesi olmuş burası. ptt'yle anlaşma imzalamaya gideyim sabahtan.
şu yağmurlu günlerde bir parmağın olmadığından şüphe ediyorum. dün gece oturdum, bütün ses çıkaran şeyleri kapadım, dinlemeye başladım yağmuru yattığım yerden, resmen "pergel pergel" diye yağıyordu. dedim bu kadar da olmaz ki. tamam ara sıra öyle cinslerin çıkıyor, 270 derece falan açılabiliyor, dönebiliyor, dans edebiliyor çift halinde, isterse çift bacak olup tek takılabiliyor, bunlara eyvallah ama nedir yani senin bu güneşle, yağmurla alıp veremediğin. hayır yağmur başlayınca çıksan ıslansan, çıksan yağmur altında etsen dansını anlayacağım. o da yok. öyle tek vida gözünle bakıyorsun anca.
geçen kahve içtik, oturdu fal baktı bizimkiler. göz var diyorlar. dedim var. çift halindesiniz hep ama tek vücut olmuşsunuz diyorlar. dedim öyle. fal bile sana çıkıyor anlayacağın. o kahveyi içtiğimden de şüpheliyim. çaktırmadan geldin içtin mi, naptın. paketteki sigaralarım da çabuk tükenir oldu zaten bu ara. hadi diyorum suçlamayayım, günahını almayayım, yapmamıştır etmemiştir.. yok, başta kendim inanmıyorum.
haberin var mı bilmem ama dolapta yeşil saplı bir yıldız tornavida var. bilesin. evet, tehdit ediyorum, gücüne mi gitti? bizde böyle pergel efendi. madem içeceksin o sigaradan, o kahveden, bi gün de çıkıp de ki "ben gider alırım bakkaldan". hadi bunları affedeyim kişiselliğinden dolayı ama şu yağmur işi... aslında çok iyi oldu, biliyomusun. seviyorum ben yağmuru. elif elif diye de yağıyor olabilir sonuçta. yeterince dinlersem duyarım, biliyorum. kusura bakma, bu kadar şey atıp tuttum hakkında ama ne yapayım yani. gözüme şemsiye girmesinden hoşlanmıyorum. hatta her türlü şemsiye girişinden nefret ediyorum. o şemsiyenin allah bin türlü belasını versin. ben aslında bu mektubu şemsiyeye yazacaktım ama yağmur öyle pergel pergel yağıyor ki... sen de oradan öyle tek göz bakınca... alamadım kendimi.
not: şaka yaptım. dolapta yeşil saplı yıldız tornavida yok. yani var da yeşil saplı değil, kırmızı. onu da söyleyeyim, alınıp kırılma sonra.
mektup köşesi olmuş burası. ptt'yle anlaşma imzalamaya gideyim sabahtan.
16 Mart 2012 Cuma
yine o günlerden birisi. ortada hiçbir sebep yokken, hiçbir düşünce beni buna itmezken aklımda bir intihar düşüncesi. bu düşüncenin böyle bir anda ortaya sürpriz gibi çıkması korkutuyor beni oldum olası. "öleceksin, öldüreceğim seni." seni artık duyamıyor oluşumun verdiği korku bu. seni tekrar duyacağıma dair bir korku. yaşama hevesimi süpürüp götüreceğinden bu korku. sen yoksun ve ben sana bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. bunu bilmek çok daha kötüsü bu düşüncelerin. olan biten her şeyde mantık aramaya sen zorlamıştın beni. seni yok ettiğim zamanlarda hala bunu sürdürür haldeydim. baktım ki baş edebileceğim bir hal olmaktan çıkıyor, vazgeçmiştim. oldu diyordum, bitti diyordum. sonra bu sürpriz çıkışlar girdi hayatıma. ortada bir şey yokken, öylesine bir günde, sıradan işlerle uğraşırken. herhangi bir görüntü, herhangi bir ses de değil üstelik kafamda intiharı tanımlayan. direkt bir düşünce olarak. o an ne yapıyorsam bırakıyorum. kocaman bir boşluk oluyor. düşünce damarlarımdan geçmeye başlıyor sanki. çaresizleşiyorum ve üşümeye başlıyorum. öyle beklenmedik anlarda geldiği için saklamayı öğrendim. ama böyle yalnızken, saklayacak birileri yokken, yaşıyorum saniye saniye. korku olmalı kalbimi bir balon gibi hissettiren, mide bulantısını getiren. korkusuz olmayı öğretmiştin ya sen bana, o yüzden belki, anlayamıyorum. insan korktuğunda vücudu bu tepkileri veriyor olmalı.
düşünüyorum bu korku sonrasında da. olmayan şeyler yaşadık seninle. özlemiyor değilim. sonuçta sen artık yoksun, gelmeyeceksin ya da gelmeni istemeyeceğim. bu olmayan yaşanmışlıklardan kimseye bahsedilmiyor. ne benim yitip giden zamanım geri gelecek ne de o zamanın boşluğu dolacak. sen hayatımda yer kaplamasaydın ben çok daha zaman sonra şekillenecektim. sen hayatımdan çıkmasaydın belki şu an isteğini yerine getirmiş olacaktım. seçimimin "iyi ki kurtuldum"dan yana olması bir cesaretsizlik göstergesi gibi geliyor her seferinde. senin ki en sevmediğin şeylerdendi cesaret yoksunu bir insan. işin kötüsü seni kendi kendime yarattığımı bildiğimden, bu cesaretsizlik düşüncesi seni yine var ediyormuş gibi. sen bir düşünce değildin. dokunamıyordum belki ama vardın. görüyordum, duyuyordum. ortaya çıkışını düşündüm çok uzunca bir süre. kararsız kaldım. küçüktüm çünkü, aklım ermezken sen erdiriyordun. en hoşuma giden şeydi bu da. öğretiyordun. ben o gündür hep öğrenmenin peşindeyim. çevremde bana bir şeyler öğretecek insanlar varsa mutluyum. hayatımı geçirmek istediğim adamı sen de bilirsin. "benden çok daha fazla şey bilsin." bu istek de çocukluğumda şekillenmeye başlamıştı. belki sen daha bu düşüncenin bir ürünüydün. nereden geldiğini algılayamayacak kadar küçüktüm işte. annem senin benim vicdanım olduğunu söylemişti o zamanlarda, sorgusuzca kabul etmiştim ama ben bu vicdana sahip olacak insan değilim diye o kadar da çırpınmıştım gözlerinin önünde. her şeye rağmen bana bu kadar şey kazandırdığın için seni yok sayamıyorum. yaşayamadım ben o zamanları ama sorun değil, öğrendim sonuçta. yine de bazen öyle kızıyorum ki sana. konuşurken dilim dolaştığında, sevdiklerimin yanında elim ayağıma dolaştığında, içimdekileri söyleyemediğimde. çünkü bana o zamanları yaşatmadın. bugün konuşarak hiçbir şey ifade edemiyorsam hep senin yüzünden. bu çekingenliğim, senin varlığın yüzünden. seçimim değildi. ama diyorum ya, sonuçta sen olmasaydın şu an ben bu olmayacaktım. elimi ayağıma dolaştıracak kadar kimseyi sevmeyecektim belki, sevmek tanımı farklı olacaktı, konuştuğumda zaten boş konuşmalar yapıyor olacaktım. o zamanlarda bana bunları kazandıracak bir çevreye sahip değildim. sen böyle çelişkilerle doldukça seni unutmak, silip atmak da zorlaşıyor. yok olan bir şey için çabalıyorum. hala zamanımı çalıyorsun anlayacağın. eskisi kadar akıllı bi kız değilim. en çok da bu oturuyor içime. yol gösterenim kalmadı. yol gösterecek binlerce insan var belki etrafımda ama hiçbirisi ben derdimi anlatmadan fikrini söylemiyor. bu yüzden bu kadar kopuk bir iletişimim var insanlarla. anlamalarını beklemeyi çoktan bıraktım ama konuşmak öyle gereksiz geliyor ki. sana benzemekten de korkuyorum galiba. birisinin hayatının bir kısmını meşgul edip sonra yok olup gideceğim diye. ki geçen sene tam da bunu yaptık var olan birisiyle. konuşamamaktan kaynaklanıyor bütün sorunlarım. konuşulduğunda sorun bile olmayacak küçüklükte şeyler bunlar. şimdi suçlayacak birisini arayacak kadar küçülmüşüm işte. senin varlığından kaynaklı öğrendiğim bir şeydi yine bu da. konuştukça saçmaladığım hissi işte yine sana. o komalık halimden sonra yediğim sarımsaklı yoğurt tadı geliyor hep damağıma. hayatın tadı gibi. hayat gibi geliyor o makarna. gözlerim kapalı yediğimden belki sadece tatları anımsıyor oluşum. söylemek istediğim binlerce cümle olduğunda böyle karmakarışık oluyor cümlelerim, konularım. çünkü sana anlatmak istiyorum bunları. olmayan sana. seninle paylaştığım için yalnızca sana. buraya yazınca ulaşmıyor ki sana. ben ne yaptığımı ne zaman bildim ki. içimdeki tutkunun peşine düştüm hep, nereye sürüklediyse oraya gittim. kolay vazgeçmedim senin öğrettiğin gibi. sana anlatmak da içimde bir tutku işte öyle. bir internet sayfasından medet umdurdu şu anda. olmayan sen, okuyabilecek misin?
düşünüyorum bu korku sonrasında da. olmayan şeyler yaşadık seninle. özlemiyor değilim. sonuçta sen artık yoksun, gelmeyeceksin ya da gelmeni istemeyeceğim. bu olmayan yaşanmışlıklardan kimseye bahsedilmiyor. ne benim yitip giden zamanım geri gelecek ne de o zamanın boşluğu dolacak. sen hayatımda yer kaplamasaydın ben çok daha zaman sonra şekillenecektim. sen hayatımdan çıkmasaydın belki şu an isteğini yerine getirmiş olacaktım. seçimimin "iyi ki kurtuldum"dan yana olması bir cesaretsizlik göstergesi gibi geliyor her seferinde. senin ki en sevmediğin şeylerdendi cesaret yoksunu bir insan. işin kötüsü seni kendi kendime yarattığımı bildiğimden, bu cesaretsizlik düşüncesi seni yine var ediyormuş gibi. sen bir düşünce değildin. dokunamıyordum belki ama vardın. görüyordum, duyuyordum. ortaya çıkışını düşündüm çok uzunca bir süre. kararsız kaldım. küçüktüm çünkü, aklım ermezken sen erdiriyordun. en hoşuma giden şeydi bu da. öğretiyordun. ben o gündür hep öğrenmenin peşindeyim. çevremde bana bir şeyler öğretecek insanlar varsa mutluyum. hayatımı geçirmek istediğim adamı sen de bilirsin. "benden çok daha fazla şey bilsin." bu istek de çocukluğumda şekillenmeye başlamıştı. belki sen daha bu düşüncenin bir ürünüydün. nereden geldiğini algılayamayacak kadar küçüktüm işte. annem senin benim vicdanım olduğunu söylemişti o zamanlarda, sorgusuzca kabul etmiştim ama ben bu vicdana sahip olacak insan değilim diye o kadar da çırpınmıştım gözlerinin önünde. her şeye rağmen bana bu kadar şey kazandırdığın için seni yok sayamıyorum. yaşayamadım ben o zamanları ama sorun değil, öğrendim sonuçta. yine de bazen öyle kızıyorum ki sana. konuşurken dilim dolaştığında, sevdiklerimin yanında elim ayağıma dolaştığında, içimdekileri söyleyemediğimde. çünkü bana o zamanları yaşatmadın. bugün konuşarak hiçbir şey ifade edemiyorsam hep senin yüzünden. bu çekingenliğim, senin varlığın yüzünden. seçimim değildi. ama diyorum ya, sonuçta sen olmasaydın şu an ben bu olmayacaktım. elimi ayağıma dolaştıracak kadar kimseyi sevmeyecektim belki, sevmek tanımı farklı olacaktı, konuştuğumda zaten boş konuşmalar yapıyor olacaktım. o zamanlarda bana bunları kazandıracak bir çevreye sahip değildim. sen böyle çelişkilerle doldukça seni unutmak, silip atmak da zorlaşıyor. yok olan bir şey için çabalıyorum. hala zamanımı çalıyorsun anlayacağın. eskisi kadar akıllı bi kız değilim. en çok da bu oturuyor içime. yol gösterenim kalmadı. yol gösterecek binlerce insan var belki etrafımda ama hiçbirisi ben derdimi anlatmadan fikrini söylemiyor. bu yüzden bu kadar kopuk bir iletişimim var insanlarla. anlamalarını beklemeyi çoktan bıraktım ama konuşmak öyle gereksiz geliyor ki. sana benzemekten de korkuyorum galiba. birisinin hayatının bir kısmını meşgul edip sonra yok olup gideceğim diye. ki geçen sene tam da bunu yaptık var olan birisiyle. konuşamamaktan kaynaklanıyor bütün sorunlarım. konuşulduğunda sorun bile olmayacak küçüklükte şeyler bunlar. şimdi suçlayacak birisini arayacak kadar küçülmüşüm işte. senin varlığından kaynaklı öğrendiğim bir şeydi yine bu da. konuştukça saçmaladığım hissi işte yine sana. o komalık halimden sonra yediğim sarımsaklı yoğurt tadı geliyor hep damağıma. hayatın tadı gibi. hayat gibi geliyor o makarna. gözlerim kapalı yediğimden belki sadece tatları anımsıyor oluşum. söylemek istediğim binlerce cümle olduğunda böyle karmakarışık oluyor cümlelerim, konularım. çünkü sana anlatmak istiyorum bunları. olmayan sana. seninle paylaştığım için yalnızca sana. buraya yazınca ulaşmıyor ki sana. ben ne yaptığımı ne zaman bildim ki. içimdeki tutkunun peşine düştüm hep, nereye sürüklediyse oraya gittim. kolay vazgeçmedim senin öğrettiğin gibi. sana anlatmak da içimde bir tutku işte öyle. bir internet sayfasından medet umdurdu şu anda. olmayan sen, okuyabilecek misin?
24 Kasım 2011 Perşembe
istanbul'da bir su vanası
- e kızım, sen de niye vananı kapamazsın uzun süre dönmeyeceksen...
doğru.. nereden anlayacaksınız ki bir musluğa güvenme ihtiyacımı...
salt güven duygusu.
bunu eğer bir şekilde anlamanızı isteseydim böyle söylerdim: salt güven duygusu. salt ne midir? en sevmediğim, kulağımı en cırmalayan, gözümü en yoran, gördüğüm yerde "aa tuz" demekle geçiştirdiğim bir kelime. anlatırken salt yerine başka bir kelime kullanmıyor oluşum da bundan ileri gelir.
bir canlıya karşı hissedilmesi gereken, hissedilemediğinde de ufacık bir vanadan medet umduran bir duygu bu. siz hiç medet umma gereksinimi duymadıysanız nereden anlayacaksınız...
hiç değilse mekanikti.
omzumda hissedemediğim baba elinden daha ulaşılırdı.
evime girmeye teşebbüs edecek hırsız kadar art niyetli olamazdı.
karmaşık? hiç değildi.
evet, bozulacağı da ihtimaller dahilindeydi.
zaten "güvenmek" de öyle bir şey değil mi? bir sabite karşı kimse güven duygusuyla yaklaşmaz. sen zamana güven duyar mısın? zamanın bazı şeyleri götüreceğine güven duyarsın. ya da zamana karşı bir güvensizliğin varsa, o şeyi zamanın yok edemeyeceğinden korktuğundandır. buradaki güven, zamanı araç olarak kullanır. bir amaç olarak güven duyma ihtiyacında olmazsın zaman karşısında. zaman geçer ve gider, geriye-ileriye sarılamaz, ne olduğu bellidir. bir musluk öyle değildir. su akıtabilir ya da akıtmayabilir.
"ya da"
anahtar kelime sanırım bu. karmaşıklığı götürmeyen kafam ve ben iyi halt ettik. halbuki yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen bir arkadaşım ortadan kaybolduğunda hiç böyle hissetmemiştim. çok fazla "ya da" vardı çünkü o zaman, karmaşıklığa sebep olacak kadar. ve ben de bundan kaçmayı tercih etmiştim. iyi halt etmişim.
yeniden doğamayacağım, başka bir hayat yaşayamayacağım, bir daha büyüyemeyeceğim. bu duygu sonradan elde edilir bir şey değil. yine bir sabah kapımı kilitlerken vanaya bakıp "aman yaa" diyeceğim ve güveneceğim. anca bu şekilde hissedeceğim. nereden anlayacaksınız?
8 Kasım 2011 Salı
"kalk gidelim yalnızlığım, kalk gidelim."
kalktım ve gittim bu lafım üzerine. ben seni istemiyordum yalnızlığım. baktım ki sen de istenmediğin yerde durmaya niyetli değilsin, e haydi gidelim dedim ben de. gittik. ben başkalarına baktım, sen başkalarına baktın. başkalarına yaklaştık, başkalarıyla yakınlaştık. sonra ben döndüm sana baktım, karşılaştık.
"kalk gidelim yalnızlığım, kalk gidelim."
kalktık ve gittik bu lafım üzerine.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)