29 Ocak 2010 Cuma

gitmiştin...

gidecekmişsin gibi bir his var içimde. beni almayacaksın yanına. bilmeyeceksin aklımı da yanında götüreceğini, akılsız ne hallere düşeceğimi. ellerinle tutabildiğin bir şey olsaydı çekinmeden uzatırdım onu sana. biliyorum, nasıl koruyup kollayacağını biliyorum çünkü. ama haberin bile olmayacak. bir adım önünde duracak hep düşüncelerim. "nereye gidiyoruz?" diye soracaklar sana. duymayacaksın, duymak istemeyeceksin. adımlarını atmaya devam edeceksin. ezip geçtiklerini görmezden geleceksin. öyle yapacaksın çünkü kaçıyorsun, gidiyorsun. her adımında daha çok şeyi geride bırakıyorsun. sadece yolun üzerinde ilerlemiyorsun. zamanın da üzerindesin. geçmişten bir parçanı atıyorsun, yerine gelecekten bir parça yerleşiyor. boş kalmıyorsun. hafiflemiyorsun da. sadece değişiyorsun. yeniyi sevmeye çalışıyorsun. eskilerle karşılaştıkça öfkeleniyorsun, daha sert basıyorsun ayaklarını asfalta. binaların yüksekliği ürkütüyor seni, onlardan da kaçıyorsun. içinden çıkarıp attıklarının, o binalara çarpıp sana geri dönmesini istemiyorsun çünkü. sakin bir düzlüğe çıkıyorsun. binalardan, insanlardan epey uzakta. bir-iki çakıl taşına vuruyorsun eskimeye başlamış ayakkabılarınla. toz kalkıyor. içini çekiyorsun ve serin bir rüzgar seni geriye götürüyor, yürürken ezdiklerine, bıraktıklarına, çıkarıp attıklarına. düşünmekten de kaçıyorsun. bilirim, eğer bir şeyden kaçıyorsan diğer her şeyden de kaçıyor olmalısın. ayağını bu sefer sadece tozu kaldırmak için sürtüyorsun toprağa. toprak gözüne doluyor rüzgarla birlikte. öfkelenmemek elde mi? sırtını dönüyorsun, geçtiğin yolları tekrar geçip gidiyorsun. geliyorsun. neyi unuttuğunun farkında değilsin, değil mi? kaç düşüncemi ezdin geçtin, kaç düşünceni fırlatıp attın... yeniliğe kavuştun. dönerken umursamadın bunları, değil mi? kaçtığın binalara doğru nasıl koştuğunu fark etmedin. rüzgar... silip götürmüştü oysa düşüncelerimi ve bana da yenilerini getirmişti. öyle çok beğenmesem de kabul etmiştim bir süre sonra. hafiflediğim zaman ayaklarımı hissetmemeye başlamıştım çünkü. kabul etmek zorunda kalmıştım aslına bakarsan. beni de silip götürecek diye için için korkmuştum. yere basmam gerekiyordu. kabul etmiştim. sen şimdi dönmüşsün. yüzüme bakıyorsun. geri dönerken, zamanda geri dönemeyeceğini düşünmedin. geri dönemediğin gibi, daha çok geçmesini sağladın. ufacık bir rüzgar ikimizi de değiştirdi. ve gözlerin öyle bakıyor ki... "biliyorum" diyor. "her şey yine aynı olabilir" diyor, izin istiyor. hiçbir düşüncem çarptığı yerden geri gelmiyor.

24 Ocak 2010 Pazar

başladığım, sonunu getirmeye inandığım, ancak nasıl oluyorsa bir türlü tamamlayamadığım, bıraktığım o kadar çok şey yazmışım ki. sayıları az belki, ama bir şeyler o "çok" kelimesinin içini dolduruyor. şimdi buraya bir tanesini yazmak geldi içimden. muhtemelen, detayları yazarken ne anlatmak istediğimi unuttuğum için yarım bırakmışım. sonradan okuyunca pek yarım gibi de gelmedi. zaten devam edip bir şeyler ekleyemem altına. ayrık oluyorlar o zaman. yemeğe tuzu, önce ve sonra atan iki insanın aynı anda bir yemeği yapması gibi. ya tuzsuz oluyor ya da çok tuzlu.


yaşadığım ama hatırlayamadığım şeyleri düşünüyorum. hastalık sebebiyle beynin "hatırlanmayacak şeyler listesi"ne neler kaydettiğini düşünüyorum. kendi beynimin benim için şimdiye kadar yaptığı en büyük iyilik sanırım bu liste. ben hatırlamıyorum ama hatırlayan birileri muhakkak ki var. ancak onlar da hatırlamak istemediklerini söylediklerinde ısrarcı olamıyorum öğrenmek için. garip değil mi bir insanın kendi yaptığı şey(ler)i hatırlamaması? hem de hafızası kuvvetliyken?

7 yaşımda gördüğüm bir rüyayı hatırlıyorum. bir balina görmüştüm. denizde sıçrıyordu tüm güzelliğiyle. ama öylesine korkmuştum ki o rüyadan. sesimi çıkaramadığım ilk korkum olmuştu o rüya. uyandığımda yan odaya, yatak odasına gitmek istemiştim. hareket edemiyordum. "anneee" diye bağırmak istemiştim. sesimi de çıkaramıyordum. o gece bir şekilde geçmişti yalnız başıma. yan tarafımdaki ranzada yatan abime bile hissettirememiştim yaşadığımı. meğer o zaman bildiğim balina şimdi bildiğim köpek balığıyla eşdeğermiş. bu yüzden kendi yaşıtlarım en sevdiği hayvanı yunus, balina yaparken ben tavşan diyordum, panda diyordum.

yine 7 yaşımdayken gördüğüm bir rüyayı daha hatırlıyorum. bu sefer bir yılan görmüştüm. dilini çıkarıp tıslıyordu. rüyada ben de vardım. yılanı görüyordum ve korkarak ağlıyordum. yılan da beni gördüğü an boynuma dolanıyor ve beni boğuyordu. ölmemek için uyanıyordum ve gözümü açtığımda yüzümün ıslak olduğunu fark ediyordum. sesimin yine çıkmayacağını anlamıştım. sadece ağlıyordum. o anı yaşadığımın yine kimse farkında değildi.

6 yaşımda anaokulundaydım. neden orada olduğumu hiç merak etmemiştim, hiç düşünmemiştim. neden orada olmam gerektiğini de bilmiyordum. "öğretmenim canım benim canım benim seni ben pek çok pek çok severim ..." bu şarkıyı ilk öğrendiğim yerdi orası fakat öğretmenimden nefret ediyordum. yüzünü hala net bir şekilde hatırlıyorum. büyük ihtimalle o da beni sevmiyordu. en sevmediğim saatti oyun saati. ve bir gün anneme, "çok çekingen duruyor. herkes oyun oynarken o bir köşede oturuyor. bir problemi olabilir. bir psikoloğa götürmenizi, ilgilenmenizi tavsiye ederim." demiş. annemse benim cevabımı iletmiş, "benim sevdiğim oyuncakları hep başkaları alıyor." daha sonra benimle konuşmuştu öğretmen, "sen de diğerlerinden önce davran ya da kim almışsa ondan iste." demişti. daha o yaştayken bile bu tavsiyesi o kadar saçma gelmişti ki. bebek arabaları için sürekli kavga ediyorlardı. bir de ben mi isteseydim? sonra zarar veriyorlardı sevdiğim oyuncaklara. o yüzden sahiplenmek istemiyordum benden önce davrananlar tarafından kapılmış o oyuncağı. orada sevdiğim tek bir zaman vardı. kibrit çöplerinden ev mi yapacağız, anlatılırdı önce. kibritler ve kağıtlar dağıtılırdı. daha sonra uzun bir süre kimse karışmazdı ne yaptığıma. sadece "neden yapmıyorsun?" diye soruyordu öğretmen arada ama ben asla bu soruyu yanıtlamak zorunda kalmamıştım. onun da sormasına gerek kalmamıştı. işte o kimse karışmazkenki geçen vakit tek sevdiğim yanıydı o okulun. bir de bakıcı teyzemiz vardı. o ise ikinci nefret ettiğim kişi olmayı başarmıştı. zorla yedirdiği bir yemek sonrası kustuğumda daha da kızmıştı. okula gitmek istememiştim bir daha. zorla götürülmeye başlayınca da çözümünü bulmuştum. 2 gün arka arkaya altıma yapmıştım ve bir daha kapısından bile geçmemiştim.

anaokuluna gitmeyerek geçirdiğim günlerde de okumayı öğrenmek istiyordum. abimin hece tablosu duruyordu. birkaç gün inceledikten sonra anneme gidip "bu nasıl okunuyor?" diye tek tek harfleri sormaya başlamıştım. annem de bunu abimin yanında babama anlatınca hece tablosu yasaklanmıştı bana. "benim o" diyordu ve saklıyordu durmadan. ama her gün okula gittiği vakit ben evde oluyordum ve annem de onun nereye saklamış olacağını biliyordu. tek harfleri okumayı öğretmişti. daha sonraları ben sormaya başlamıştım bu böyle mi okunuyor diye. ilk okuduğum heceyi hatırlıyorum hala: ba. o şekilde okumayı öğrenmiştim. abimse okumayı öğrendiğimi öğrendiğinde o hece tablosunu çöpe atmıştı.

okula başladığımda okumayı biliyordum ve yapılan her şey çok sıkıcı geliyordu. 1. sınıfta su çiçeği geçirmiştim. o 2 haftalık zamanda bir sürü kitap okumuştum. en sevdiğim "yaramaz paytak ördek" olmuştu. onu da hala sakladığımı biliyorum. ilk kurdale takılan kişi olmuştum sınıfta. hem de daha ilk günlerden. ancak bundan hiç memnun bırakmamışlardı beni. sürekli "benim gibi" olmalarını söylüyordu öğretmen diğerlerine. zor öğrenenler için kendimi kötü hissediyordum, suçlu gibi.

3. sınıfa geldiğimde şehir değiştirmiştik. yeni bir öğretmenim vardı. arkadaş olduğum kişilerin hepsi çok seviyordu onu o zamanlar ve onlar da başarılıydılar. matematik derslerinde özellikle problem çözmek için bir zaman verirdi ve kim yaptı kim yapamadı kontrol ederdi. yapamayanları tahtaya çıkarırdı, ceza verirdi. bu da bana saçma gelmişti. ceza vermek yerine öğretmeliydi. bir gün yine matematik dersinde yapamayanları tahtaya çıkardı. yapanları da çıkardı ve yapanlara, "istediğiniz kişinin karşısına geçin, yüzüne tükürün" dedi. problemleri çözebilenler için hiçbir sorun yoktu. hatta belli bir tatmin sağlıyordu onlar üzerinde. sevmedikleri kişiyi seçebiliyorlardı. tükürmeyi istememiştim hiç ama tükürmediğim için de uyarılmıştım: "o da alsın cezasını, tükür sen de." o anda o öğretmenimden de nefret etmiştim. sadece herkes seviyor diye sevmediğimi dile getiremiyordum. hem bu sefer öğretmenim beni seviyordu. daha sonraları büyüdükçe, konusu açıldıkça hemfikir olmaya başlamıştık diğerleriyle. herkes en az bir kere tükürülen kişi olmuştu çünkü.

daha yakın geçmişe gelmeye çalıştığımda kopukluklar oluşmaya başlıyor. bazı olayları hatırlasam da hangi zamanda gerçekleştiğini hatırlayamıyorum. yaptıklarımı inkar ediyormuşum ve yapmadıklarımı yaptım diye anlattığım oluyormuş. belirli bir zamana kadar hislerim durmadan güçleniyordu. pek çok şeyi tahmin edebiliyordum, sezebiliyordum, anlayabiliyordum.


ilk ve son paragraf çıkarılmalı belki. anlatmak istediğim şey o zaman çok daha net gözükebilir gibi duruyor. aslında öyle değil, bütün bu unuttuklarımın hatırladıklarımla ilgisi olduğunu düşünüyordum. bir şeyi unutmamın sebebi, çok başka bir şeyi hatırlıyor olmam olabilir. bu herkeste böyle olabilir. ya da bana özel bir durum olup, sorunsuzca yaşadığım dönemin 9-10 yaşlarıma kadar sürmesi olabilir. sanmıyorum ki anaokulu öğretmenim gelip, sana böyle böyle demiştim desin. ya da bir sınıf arkadaşım çıkıp, evet sen tükürmemiştin desin. başkaları için belki hiç önemi yoktu bunların. benim kafamda bunca süre saklı kalabildiklerine göre benim için bir önemi olmalı ama.

14 Ocak 2010 Perşembe

insanın sormak istemediği bir şeyi merak etmesi, cevabını öğrenmek istemesi, sormadan da cevap alamayacağını bilmesi.. cevabını merak ettiğim soru, tarafımca kurulduğu an, biliyorum ki "ben" olana aykırı bir davranış olacak. çünkü uzun zaman önce, böyle bir soru sormanın hem gereksiz olduğuna hem de olacak olan olaylara etki ettiğine, onları değiştirdiğine karar vermiştim. o andan itibaren bu tür sorular sormayacaktım da.

çok sevdiği bir erkeğe defalarca sorduğu "beni seviyor musun?" sorusunun çeşit çeşit cevaplarıyla yetinmeyen bir kız. ona asla benzemeyecektim. yanımda olan erkeğin beni seviyor olduğunu bilecektim. en azından kendimi kandıracaktım ama bu soruyu yine de sormayacaktım. eğer beni bu soruyu cevaplamak zorunda bırakacak birisi olursa, ondan uzaklaşacaktım. çünkü isteğim bu değildi ve benimle aynı şekilde düşünen erkeklerin de var olduğunu görüyorudum. en azından bir tanesini tanıyordum. onu tanımam umut vermişti bana. yoksa şu an birilerine "beni seviyor musun?" diye soruyor olabilirdim. aynı gün, kime ne hissediyorsam, bunu dile getirmem gerektiğine de karar vermiştim. bazen bu kararı unutsam da unutmadığım zamanlarda daima arkasında duruyorum. unuttuğum zamanlarda zaten düşünmeye gücüm kalmamış oluyor. korktuğumdan ya da çekindiğimden değil, unutmak işime geldiğinden değil. yine o sıralar, mutluluğumu düşünüyordum. aşıktım. aşık olduğum kişi bir başkasıyla beraberdi. aşıktı diyemiyorum, çünkü onun da hayalinde "beni seviyor musun?" sorusunu duymamak vardı. ancak kız öyle değildi. ama o yine de çok seviyordu o kızı. o an düşünüyordum işte. onu sevdiğimi ona söylemek istiyordum. beni sevebileceğini düşünüyordum. eğer söyleseydim ve beni sevseydi diye diğer kızı düşünüyordum. evet, ben mutlu olacaktım. olacaktım ama mutlu olurken başkalarını mutsuz ediyor olacaktım. burada tıkanmıştım. o an için uygun bir zamanın geleceğini düşündüm. söylememeyi çoktan çıkarmıştım seçeneklerden. kimseyi mutsuzluğa sürüklemeyeceğim bir an söyleyecektim. ben, o an epey uzaktadır diye düşünürken, fırsat çok kolay geçmişti elime. sonunda kimse mutlu değildiyse de kimse de mutsuz olmamıştı. asıl öğrendiklerim reddedilirkendi. kesin bir yargı yoktu ama olumsuz kelimelerden oluşuyordu cümleler. o an kırılmadığımı fark etmiştim. ancak bir yargı olmayınca ben hala olabileceğini düşünüyordum. belirsizlikti içinde bulunduğum durum ve birkaç gün sonra bana güzelce izah etmişti sebebini. daha çok seviyordum artık onu. reddedişi bile kendisinceydi. zamanla hayallerimi bıraktım, sadece sevmeye devam ettim. işte o süre boyunca çok şeyi düşündüm. her soruyu sormayacağıma, cevap verirken akıllı davranacağıma, bu şekilde karar vermiş olan insanların varlığını düşünüp bazı şeyleri de sorulmadan söyleyeceğime karar vermiştim. kararlar "ben" için güzeldi. uygulanabilinirdi. çünkü sonucunda "olmaz" derken bile birilerini kendinize hayran bırakabiliyordunuz. güzel bir şey bu. ancak bazı zamanlar geliyor ki sorulmamasının gerektiğini düşündüğüm sorular bir bir çıkıyor aklımın yüzeyine. sorulduğu an "sık boğaz" ediyor olabilecekler. sorulmadıkları an ise karşı tarafa eminim daha güzel şeyler hissettirecekler. en kötü ihtimal "herhalde vazgeçti" diyecektir. eğer farkında olursa, onu sıkmadığınız anlar için gerçekten mutlu olabilir. bazen de öyle bir şey oluyor ki, öyle bir merak sarıyor ki içimi. o merağın geçmesi için gözlerimi kapayıp başka şeyler düşünmeye çalışıyorum. yapmam gereken soru sormak değil çünkü. sadece sabırla beklemek. çünkü sonuç, bir tek böyle olduğunda en güzel hale geliyor. soruları kendime yöneltiyorum: ne düşünüyor? tabii ki cevapsız kalıyor.

13 Ocak 2010 Çarşamba

ev (g)özlemleri

sonunda eskişehir'e sorunsuz bir şekilde gelebildim. yarım saat rötarı sorundan saymıyorum bile. dönüşümü düşünüyorum kara kara.

soğuk memleketim burası. nasıl oluyorsa oluyor ama, insanları bir türlü soğumuyor sokaklarında. gece uykuyu bile bölebilecek bir soğuk. evet, uyuyamadım. biraz da yatak fazla rahat geldi, battaniye fazla güzel.. rüyalarımı anlatmama gerek yok, hep aynı.

pc'm bozulmuş. sanırım ekran kartı yanmış. şimdiyse başka bir klavyeyi tuşluyorum, başka bir monitöre dikiyorum gözlerimi. ihanet gibi. ama uyandırdığı his, bana yapılan bir ihanet gibi. hayatımda çok değer verdiğim eşyalarımdan, "benim" diyebildiğim sürece. benden başkasına sorunlar çıkaracağını bildiğim için "benim" demek o da. kendisini sabırla kullanmamı bekleyendi o. sabırsızlık, en sevmediği şey.. "ya hepimiz, ya hepimiz" diyen bir monitör. yani şey, ya hepimizi kapa, ya hepimizi açık tut. bu demek istediği. her şey kapalı, o açıksa çıkardığı cızırtı.. mızmızlanması onun. diyorum ya, değerliydi.

ve evde yapacak bir şeyler aradım. vakit, ben sıkılmadan geçsin istedim. biraz pc'ye baktım, ne çok işe yaradığını düşündüm. sonra yatağıma oturdum, artık başkasının sahiplendiği yatağıma. mantar panolara baktım, hala bomboşlardı. en kullanamadığım şeylerdi sanırım. iki tane yan yana asılmış.. duvarların maviliğine baktım sonra. bir taraftan seviyordum o tonu, bir taraftan itici buluyordum. artık görmek zorunda olmadığım için önemsemeden düşündüm mavi'yi. kitaplığıma yanaştım, geri dönüşüme gidecek birkaç ders kitabı ayırdım. sonra ben sıkıldım. zaman ağırlaştı. belli belirsiz adımlar atmaya başladım odada, sonra kapıdaydım. oturma odasında babam tv izliyordu. ondan başkası da yoktu evde. onunla beraber tv izlemek yapacağım en son şeylerden birisidir, kumanda ondaysa. o zaten tv ile aynı ortamdaysa kumandanın da babasıdır. o yüzden o tarafa geçmedim. biraz buz dolabına bakındım, biraz erzak dolabına, sonra eski kıyafetleri eşeledim biraz. bir memnuniyetsizlik vardı üzerimde. nedenini çözemedim. sanırım; yıllardır bildiğim şeylerdi gördüklerim ve hepsiyle paylaştığım şeyler olmuştu, bundan duyduğum histi bu. kötü şeyleri hatırlamaya daha da müsaittim, uzaklaştım. bir şeyler karaladım. yorgunluğumu hissedince yattım. erkendi.

hala pc'yi düşünüyorum. interneti kullanmayı unutmuşum, zaman geçiremiyorum. belki çok da meraklı olmadığımdan bu ara. film izlemenin keyfini unuttum. dahası internet elimin altındayken film indirebileceğim aklıma bile gelmiyor. "aa film indirebiliyorduk dimi" diye düşündüğüm anlarım oluyor. sonunda üşengeçliğim ağır basıyor tabii ama bunları hissetmek gerçekten kötü. "bu kadar bağımlı mıymışım?" dediğim oluyor, "nasıl ya, nasıl unutabilirim?" dediğim oluyor. ama bu düşüncelerin hiçbirisi içimi rahatlatmıyor. belki biraz, yeniden keşfedebileceğimi düşünmek.. onu da düşünmemeyi tercih ediyorum, üşengeçlik.

üşenmek, üşengeç falan. ne güzel kelimeler aslında. durumla iç içeler. üşenmeyi başka bir kelimeyle dile getirselerdi sanırım bu kadar üşengeç olmazdım. ya da üşendiğimi bu kadar dile getirmezdim. bunu fark ettim. üşengeçlik.. insanı bal gibi üşengeç olmaya teşvik ediyor işte.

bu kadar üşenmek, bilmem ne diyince üşenmeyeceğimi mi sandın? devam edemem daha.