8 Ocak 2013 Salı
sarılıktan ayrılmıştık. zaten içerisi gri tonlarından ibaretti. camlarda kıpırdamayan damlaların arkasından bakıyordum dışarıya. bazen başka bir taksiyle yan yana geliyor ve dışarıdan nasıl göründüğümüzü inceliyordum. hiç denk gelmiyordu ki bizim gibisi. damlaların ardından ve damla olmayan yerlerin ardından nasıl göründüğümüzü inceliyordum bu yüzden. renkler sabit kalmıyordu. taksi sarıydı ama bugün hava bulutlu ve yağışlı. gece taksinin de rengini değiştirecekti, düşüncelerim gibi. havann yağışlı olması huzur veriyordu bir yandan da. çünkü bana sorarsan renkler sadece böyle havalarda güzel. ayrıca gece gökyüzüne indiğinde şimşekler birer iz bırakacaktı. yıldızlar çabuk kayar, doya doya seyredemezsin. yine de taksinin rengi değişecekti. biz de değişecektik. montuna sigara kokusu sinmiş, elleri nasırlanmış ama hala üşüyebilen bir şofördü hep taksici. durgunluk ürkütüyordu anlamadığım biçimde. oysa kimseye bir zarar vermeyeceğimin göstergesiydi benim için. dirseklerimi kırıp cama yaslamış, çenemi de kollarıma yaslamış vaziyette yanımızdaki taksiyi incelerken nasıl bu kadar ürkütücü olabiliyordum? alışmıştım. genelde beni garip buluyorlardı. halbuki beni garipleştiren çoğu zaman onların tavırlarıydı. sanırım birbirimizi besliyorduk. içten gri dıştan sarı bir kapıyı kapatmaya çalışırken ayaklarım asfaltın su birikmiş kısmındaydı. arabaların kapısını dışarıdan kapatmayı hiçbir zaman sevemedim. bir dünyayı kendime kapatır gibi. belli süre içinde bulunduğum, içinden henüz ayrıldığım bir dünyanın kapısını çat diye kapatır gibi. ben böyle bir insan değilimdir. ve taksi hemen uzaklaşmaya niyetlenir. soğuk kapıdan sonra huzursuzluğumu tetikleyen şeylerden birisi de buydu. bir kapıyı kapatmış ve tutulacak bir kolu olmayan başka bir kapıya yanaşmıştık. normalde böyle bir şeye kapı demezsiniz. ama o kolonların altından geçtikten sonra hava öyle değişiyor ki ister istemez kabul ediyorsun onun kapı olduğunu. gürültülerin arasında kulaklarımı tırmalayan sadece sessizlikti. önümdeki koca binalarda sadece dert olduğunu düşünüyordum, derman aradıklarını hiçe sayarak. reçeteler benim garipliğimi geçirmiyordu. ve bir reçete yazmak bile dertti bazen, yeri geldiğinde. hastanelerin kütle halinde olması havayı her şeyden soğuk yapıyordu. büyük bir kapının ardından klima sıcağına çarpıyorduk, sanırım ortama ısınmak için. fayanslara ıslak botlarımla basmak hoşuma gitmiyordu. annemin elindeki kağıtlar benim sınav kağıtlarımdan daha önemli duruyordu. sınav kağıtlarımdan bu nitelikte bir belge çıkmazdı. kağıtların ağırlığı yoruyordu beni, taşıyan annem olmasına rağmen. insanlar sabit durmuyordu ama kalabalık sabitti. hiç tanımadığımız insanların koluna sürtünerek geçip gidiyorduk. bazen sırtımda ittiren bir el hissediyordum. eylemsizlik ilkesinden nefret ederdim öyle anlarda. aslında o kadar kuvvetli olmayan bir eli öylesine kuvvetli hissedebilmek canımı sıkardı. sinirlenirdim ben de. ve bu kimseyi garip yapmazdı. aksine, garipleşen yine ben olurdum. sonunda o kapının önündeki kalabalıkta bir boşluk bulmuştuk kendimize. sıkıştırılmış bir dünyadaydık şimdi. insanlarla iç içeydik ama aramızdaki mesafe ölçülemez derecede fazlaydı her zaman. kapıdan çıkan hasta bakıcıyla aramızdaki mesafe bir karıştı belki burada ama baktığın zaman bir dağın tepesinden dağın eteğindeki bizlere sesleniyordu. bu adamı ne zaman görsem kolumdaki alçıyı keserken kolumu da kesen o adamı hatırlıyorum. "anne kolumu kesiyor" diye tepine tepine ağlarken, "sus kız, çarpıcam şimdi ağzının ortasına. keser miyim kolunu." diye cevap yetiştiren o adamı. ağlıyordum ama canımın acısından ziyade korkumdan ağlıyordum ve ağlamamam gerektiği söyleniyordu. önce acımı korkuyla, sonra da korkumu şiddetle bastırmıştı o adam. yaptığı, masadaki su bardağını devirmek gibiydi. "ah pardon" dediğinde bitip gidecekti onun için. ama ben o gün canımın acısına ağlayamadığım için sonrasında çok çekecektim. bu hasta bakıcının bakışlarında gördüğüm de buydu. yoksa yüzünü hatırlamıyorum o adamın. ve görüntüden ziyade hisler anımsatıyorsa bir şeyi, o zaman daha korkunç oluyor. hakkımda ne düşündüğünü bilmiyordum ama hakkımda düşündüklerini düşündükçe nefret ediyordum. o da zaten bakışlarıyla onaylıyordu benim düşüncelerimi. koridorun sonundaki cama yanaştık bekleyeceğimiz için. taksinin camındaki damlalar yoktu bu camda. eskimiş damlalar vardı, izleri kalmış. hastanedeyken oturmak yerine camdan bakmayı tercih ederdim. insanlara sırtımı dönmüş ve onların neler düşündüğünü görmeyecek durumda olurdum. dışarıdaki insanlar farkımda olmazdı, onlara baktığımı görmezlerdi ve burada ne işleri olduğu alınlarında yazmazdı henüz. ne zaman ki o koca kapıdan girip küçük bir kapının önünde beklemeye geçerlerse o zaman bilebilirsin kimin ne derdi olduğunu. ağaçlardan korkuyordum. manzaranın sağ tarafı korkutucuydu bu yüzden. sol tarafa odaklandığında sağ tarafı görmeyebiliyordun. ben her zaman korkularımın içine dalmayı tercih ederim. ağaçları yenemiyordum. ağaçlardan korktuğum ne alnımda ne de sırtımda yazmıyordu, bunun sayesinde rahatlıyordum biraz. annem kantine gitmeyi teklif etmişti. kantinde tost yemeyi seviyordum ama kantine ulaşana kadar yarıp geçeceğimiz kalabalık için annemi yetersiz buluyordum kendime. bana yol açabiliyordu ama arkamdan ittirecek ele engel olamıyordu. bu yüzden tostun tadına varamazdım. sürekli açılıp kapanan kapıdan gelen hava rahatlatıyor sanırım beni burada. tostun tadına varamasam da karnım doyduğu için ısınıyorum. annem beni mutlu ettiğini düşünüyor. bunu düşünmek benim de hoşuma gidiyor. ne yazık ki o kalabalığı bir daha aşmak zorundayız. sonunda o adam yine kapıda, bu sefer benim adımı okuyor. okunan ad benim adım olsa da annem sanki kendi adı okunmuş gibi sürüklüyor beni de. doktorların mutlu görünümü beni hep rahatsız ediyor. rol yaptıklarını düşünemeyeceğim derecede ciddiler çünkü mutlulukları konusunda. oysa benim aklım kabul etmiyor bir insanın böyle mutlu olabileceğini. bu yüzden doktoruma inanmazdım. bana kurduğu her cümlede gerçekçi olup olmadığını düşünürken inanmak zor oluyor. inanmak için bunu düşünmeme gerek olmamalı diye düşünüyorum. çünkü ben ondan gerçek bir şeyler duymak için burada olduğumu düşünüyorum. "hayal" kabul ettiği dünyamı yıkmak istediğini düşündüğüm için ondan gerçek bir şeyler duyacak olmayı umuyorum. nafile. inatla devam ediyor beni iki arada bir derede bırakmaya. ben biliyorum halbuki, gerçek bu kadar keskin değil. ama o bilmiyor, "hayal" dediği de bu kadar keskin değil. fikir ayrılığımız benim konuşmama engel oluyor yine. çünkü benim sebeplerimi sebepten saymıyor, kendisi ne dese haklı çıkıyor ama anlattıklarımdan başka bir şeyden de haberi olmuyor. yardımı dokunsun istiyorum, bana bir yol çizsin veya çizdiğim yola ışık tutsun istiyorum; yapmıyor. bu yüzden burada bir derman olduğuna inanmıyorum. çıkınca eczaneye gideceğiz, ilaçlarım orada. şimdilik vakit kaybediyoruz. yine bir şeyleri değiştirmeyi beceremediğim için cümlelerimi azaltıyorum. biliyorum ki annemi çağıracak birazdan. odada incelemek istediğim çok şey var. masadaki kalemliği kendime doğru çevirmek istiyorum mesela. kalkıp camdan neresinin göründüğüne bakmak istiyorum. camdan bölmenin desenlerinde elimi gezdirmek istiyorum, desenlerin dizilişini algılamak istiyorum. doktorun ne içtiğini görmek istiyorum. ve etrafta aklıma takılan birçok şey daha. ama sorumluluk bu, doktorun yüzüne bakıp konuşmak zorundayım. endişem bu yüzden beni hiç bırakmadı bu odanın içinde. nihayet annemi çağırıyor. kapıdan çıktığımda doktorun anneme neler söylediğinden çok, annemin ben içerideyken neler yaptığına takılıyor aklım. çünkü o lanet hasta bakıcı burada dikiliyor. yanındaki hemşireyle olur olmadık konuşup duruyorlar. ve korktuğum da, bazen gözlerini sadece bana dikip duruyorlar. kapıdan çıkışım şimdi de öfkeyle olacak. annemin iyi günler dileyişini duyup rahatlıyorum. "bitti işimiz artık, hadi gidelim" diyor genellikle kapıdan çıktığında, kendisi de kurtulmak istermiş gibi. amacımızın aynı olması mutlu ediyor beni. eve dönüş yolu daha kısa sürüyor.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder